Sayın Hocam! Sizi, ortaöğretim kurumlarında eğitimci ve eğitim yöneticisi olarak tanıyoruz. Bu kimliğinizin bir yanı… Ancak emeklilik dönemi ve sonrasına rastlayan bir süreçte başlayan, devam eden yazarlık ve sanatçı kimliğinizin daha çok öne çıktığı kanısındayız. Sizi yakından izliyoruz. Gördüğümüz kadarıyla sosyal, kültürel ve yazın aktivitenizi hep diri tutuyor; ileri yaşınıza karşın üretkenliğinizi sürdürüyorsunuz. Ulusal alanda birçok edebiyat etkinliklerine (şiir şölenleri ve sempozyumlar) çağrıldığınızı da biliyoruz. Sizin, kendinizden söz etmeyi, öne çıkmayı önemsemeyen bir kişiliğiniz olduğu izlenimi var. Siz ne kadar tevazu gösterseniz de, şiir, deneme, öykü ve araştırmacı yazarlığınızı, yayınladığınız onlarca eserinizle tescil ettirdiniz.
Bu genel ifade, istedik ki bir de sizin teyidinizle güçlensin. İşte bu nedenlerle sizinle yapmak istediğimiz röportajı kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum. İlk sorumu soruyorum.
Sayın Hocam, öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?
1932 yılında Kahramanmaraş’ın Türkoğlu ilçesi Karalar köyünde (Beyoğlu Beldesi) doğmuşum. İlköğrenimimi kendi köyümde, orta öğrenimimi Düziçi Köy Enstitüsünde tamamladım. 1951’de ilkokul öğretmeni olarak Milli Eğitim’de göreve başladım. 1960’da Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat grubu bölümünü bitirdim. Aynı yıl Kahramanmaraş Lisesine atandım. Bu okulda uzun yıllar öğretmenlik ve yöneticilik yaptım. Bir ara Kahramanmaraş İmam- Hatip Lisesinde öğretmenliğe devam ettim. Buradan Kahramanmaraş Orta Okulu Müdürlüğüne atandım. Emeklilik öncesine kadar bu görevde kaldım. 9. M. E. Şurası ön hazırlık komisyonlarında görev aldım. 1967 Kahramanmaraş il yıllığı hazırlama çalışmalarına katıldım. Vilâyet onayıyla, yeni açılan Kahramanmaraş Ticaret Lisesi geçici kuruculuğunda görevlendirildim. Kadro oluşuncaya değin, ek görev olarak, söz konusu lisenin alt yapısının oluşumuna katkı sağlamaya çalıştım. Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi (KÜSEV) kurucuları arasında yer aldım. Halen bu derneğin üyesi ve derneğin yayın organı ALKIŞ Dergisi yazarlarındanım. Ayrıca Gâvur Gölü ve Doğal Hayatı Koruma derneğinin kurucu ve Kahramanmaraş Kültür Sanat Derneğinin de üyesiyim. 1981’de kendi isteğimle emekli oldum. Aynı yıl Kahramanmaraş’tan yılın öğretmeni seçildim. Milli Eğitim Bakanlığı ve çeşitli kuruluşlardan ödüllerim var. Şiir, deneme, öykü ve araştırma türlerinde yoğunlaşıyorum. Şiirlerimden bir demet, özgeçmişimle birlikte ilk kez 1992’de İstanbul Edik dergisinde yayınlandı. Abece, Altın Külâh, Alkış, Aykırı Sanat, Çıtlık, Edebiyat Yaprağı, İmaj, Söylem, Kardelen, Turunç, Aşkın(e) Hali, Usare ve Yeni Ufuk gibi düşünce, sanat ve edebiyat dergilerinde yazdım. “Yeni Haber ve Kahramanmaraş’ta Bugün” adlı yerel gazetelerde (Düşüncenin Ufku) köşe yazarlığı yaptım. Adıma, 2008’de Beyoğlu Beldesi’nde “Kültür-Turizm Bakanlığı Beyoğlu Mustafa Okumuş Halk Kütüphanesi” açıldı. Bu kütüphanenin açılmasında Belde Başkanı Osman Okumuş’un, binanın restore ve iç donanımına önemli katkıları olmuştur. Mustafa Okumuş Halk Kütüphanesi, altı bilgisayarlı internet salonu ve on bin cildi aşkın kitabıyla beldeye ve çevreye hizmet vermeye devam ediyor.
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Sizi yazarlığa teşvik eden ya da edenler oldu mu?
Edebiyata ve sanata ilgim Köy Enstitülü bir öğrenciyken başladı. Bu okullar ilgi ve yetenek alanlarını geliştiren, besleyen bir alt yapı ve donanıma sahipti. Zengin bir kütüphanemiz, her türlü onlarca enstrümanın bulunduğu bir müzik-hanemiz, resim atölyemiz ve fen bilgisi laboratuvarlarımız vardı. Öğrenciler, ilgi alanlarında boş zamanlarını öğretmen nezaretinde buralarda değerlendirirlerdi. İlk şiir ve yazılarım söz konusu okulun duvar gazetesinde sergilendiğinde bundan büyük bir keyif almış ve özgüven kazanmıştım. Meslek yaşamım bu konudaki hayıflanmalarımla doludur. Uzun yıllar orta öğretim kurumlarında yöneticilik yaptım. Rutin işler yazmamın önünde bir engel oluşturdu, hep. Bu yüzden yöneticiliği bıraktım. Çok sürmedi yeniden bir okula müdür olarak atandım. Emeklilikle birlikte bu engel ortadan kalktı. Zaten öteden beri Varlık, Hisar vb. edebiyat ve sanat dergilerinin okuyucusuydum. Ayrıca bir de birikimim vardı. Bu yüzden yayınlarım, emeklilik dönemi (1981) sonrası ve günümüze uzanan bir süreçte gerçekleşti. Şiirlerimden bir demet ilk kez İstanbul-Edik Dergisinde yayınlandı. (1992. sayı:41) Aynı derginin 42. sayısında “İnsan ve Sevgi” adlı denememin yayınıyla bugünlere uzanan yazarlık sürecim başlamış oldu. Halen kesintisiz devam ediyor. Yazmak benim için ekmek, su, hava kadar hayati bir gereksinim oldu. İl içinde dışında hayli okurum var. Onlardan aldığım güzel iletiler, yaşama ve yazma erincimi besleyip tetikliyor. Yazar için okunmak, onu besleyen can damarlarından biridir. Bu nedenle yazar, her seferinde okura karşı kendini sorumlu tutan, yenileyen kişidir. Sorunuzun ikinci şıkkına da kısaca değineyim: Her yazarın hayatında bir usta-çırak ilişkisi vardır. Bu yargı, özellikle gençler için geçerlidir. Özendiği bir usta yazarın izini takip eder, bir süre. Sonra anlar ki o yazar, yaşadığı kendi dönemini temsil ediyor. Bu yüzden ki onun kalıbı dar gelmeye başlar. Yazar o kalıptan çıkar, kendi özgün kalıbını oluşturmak zorunda kalır. Oluşturamazsa biter. Benim yazarlığım böylesine bir usta-çıraklık ilişkisine elvermedi. Emeklilik döneminde başladığım yazın hayatımda kendi yolumu kendimce çizdim. Sorgulama, yorumlama, algılama, özümseme, kavrama, gözlem, toplumun içini irdeleme ve ifade etmede hep kendim oldum. Kendimce kaldım. Özentiden, yapaylıktan, durağanlıktan uzak durdum. Yenilenmeye, değişime ve gelişime kendimi açık tuttum. Kitaplaşmış ilk eserim “Gönül Bahçesi”dir. 1996’da yayınlanan bu eserim nedeniyle beni yüreklendiren dostlarıma teşekkür ediyorum. Belli bir aşamadan sonra her yazar başarısına kendi damgasını vurabilmeli, özgünlüğünü yansıtabilmelidir.
Bir yazarın dikkat etmesi gereken kurallar nelerdir?
“Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.” Özdeyişinden hareketle yazarı- sanatçıyı katı kurallarla kayıt altına almanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Bu nedenle yazarın özgürlük alanına girmek istemem doğrusu. Özgür olmayan, rahat yazamayan yazar, sancısı tutup da doğum yapamayan kadına benzer. Hep içine-içine kanar durur. En değerli eserler, özgür ve özgün düşüncenin ürünüdür, demek geçiyor içimden. İyi bir yazar, evrensel önsezilere sahip olmalı, yaşadığı toplumdan daha ilerde yürümeli. Bilgisiyle- sanatını, erdemlerini uzlaştırmalı ve insancıl amaçlara yönlendirmelidir. Bu işlevleriyle uygarlık yolunun aydınlanmasına katkı sağlayabilmelidir. İyi yazar, iyi bir gözlemci, analizci ve sentezcidir. Hayatın içinde at koşturur-durur. Kendi alanında iyi bir okuyucu, yorumcu, anlama, kavrama, algılama ve özümseme gücüne sahip olmalı. Bu da yetmez, yalın, kıvrak, akıcı bir üslup kullanmalıdır. Desem de bu ilkeler kendimi bağlar, ancak… Katı kurallarla sanatçının önüne set çekersek, bu koşan atı dizginlemek anlamına gelmez mi? O zaman farklılığın farkına nasıl varacağız? Bana göre yazar-sanatçı kendi yolunu kendi özgür, öznel, özgün iradesiyle bulmalı ve de koşu yolu hep açık tutulmalı, demeye çalışıyorum.
Yazarın toplumdaki görevi nedir?
Edebiyatımızın şiir ağırlıklı olduğu dönemlerde (Tanzimat Edebiyatı) “Sanat, sanat içindir. Sanat toplum içindir” yargıları uzun süre tartışılmıştır. Zamanla, tek başına her ikisinin de doğru olmadığı gerçeği ağırlık kazanmıştır. Sanatın insanı ve toplumu dışlaması bir bakıma kendini inkâr etmesi anlamına gelmez mi? Toplumsuz bir sanat, sanatsız bir toplum düşünmek abesle iştigaldir, bence. Sanatın gelişimi toplumun beğenisinden, ilgisinden güç alır ve sanatçıyı üretkenleştirir, geliştirir. “İltifat marifete tabidir.” Marifet varsa, iltifat da vardır. İltifat varsa, marifet de vardır. Görülüyor ki sanat ve sanatçı toplumla vardır. Onun ilgi, beğeni ve desteğinden güç alır. Her sanatçı evrenselde olduğu kadar yaşadığı toplumun da aydınlanma ve estetik gelişimine katkı sağlar. İlk insanlar bile kalıcılığın kitaplarda olduğunu anlamış olmalılar ki sözlü ifadeden yazılı ifadeye geçerek kendilerini geleceğe taşımışlar ve de uygarlık tarihini başlatmışlardır. Ülkemizde yüzyıllardan beri okuyan, düşünce ve fikir üreten, yazan insanlar bilge olarak algılanmış, kitaplarıyla özdeşleştirilerek saygı görmüşlerdir. Bu nedenle ki Seneca: “Kitapsız hayat kör, sağır ve dilsizdir.” diyor. Bir Çin atasözünde ise, “Kitapsız çocuk, susuz ağaca benzer.” deniliyor. Görülüyor ki uygarlığın birikimi, eklene-eklene günümüze yazarlar, bilge filozoflar, mucitler, kâşifler, sanatçılar, şairler, fikir ve düşünce adamları tarafından ulaştırılmıştır. Yazarlar, sanatçılar geçmişi ve bizi karanlıktan eserleriyle kurtarmışlar ve geleceğimize zengin bir ışık ve kültür kaynağı bırakmışlardır. Günümüz yazarlarının en başta gelen görevleri geçmişten aldıkları bu mirası zenginleştirerek geleceğe aktarmaktır. Bu yüzden evrensel ve toplumsal alanda yazarlar, uygarlığın kitaplaşan yüzü ve itici gücüdür. Bence… Sözü uçmaktan kurtarıp kalıcılığa taşıyan da onlardır. Bu nedenlerle ki ATATÜRK: “Sanatçılar için verdiği bir kokteylde elini öpmek isteyen bir sanatçıya engel olarak, “Sanatçı el öpmez, eli öpülür.” ve sözüne devamla, “Bizler Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milletvekili oluruz ama sanatçı olamayız.” demiştir. Yazarlar uygarlığın deniz fenerleridir, demek geçiyor içimden…
Yazarla insan arasında nasıl bir ilişki vardır?
Her kitabın bir yazarı vardır. Kitap yazarla insan arasında bir köprü, insanın yolunu yordamını aydınlatan bir irşat kaynağıdır. Yazar insanlara kitaplarıyla ulaşır. Onların önüne seçenekler kor, bir düşünce ve sorgulama alanı oluşturur. Herkes kabınca alır. Körlüğünü, sağırlığını, dilsizliğini giderir ya da karanlığını aydınlatır. Yazarın tek amacı insanı bu arızalardan arındırıp okumaktır. İnsan hayatının içi, olumlu ya da olumsuz yanlarıyla yazarın gözlem alanına girer. Yazar, insanı insana yansıtan bir aynadır. İnsan bu aynada kendini görür, tanıma olanağı bulur. İsterse beğenmediği yanlarına çekidüzen verme, zararlı bulduklarını ayıklama şansını yakalar. Önemli olan okuma alışkanlığı kazanmaktır. Birçok yazın türleri var: Çiçekler gibi renkleri kokularıyla haz duygularımızı bezerler; içerikleriyle düşünce ve estetik algılarımızı yetkinleştirirler. Tüm evrensel, toplumsal, erdemsel değerlerimizi beslerler, içimizi dışımızı aydınlatırlar. İnsan yaparlar bizi… Yazarlarından yararlanmayan insanlar, öksüz kalmış çocuklara benzerler. İnsan olmanın birçok nimetlerinden mahrum kalırlar, boşa düşerler, salt mide ve cep kültürü yetmez ki insan olmaya…
Genel olarak kitaplarınızda işlediğiniz konular nelerdir? Kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz?
Edebiyatın her dalında yazmaya çalışsam da aslında ilgi duyduğum, yoğunlaştığım şiir, deneme ve öykü dallarıdır. Şiir benim duygusal alanımın ifadesine, estetik değerlerimin yetkinleşmesine aracı olur. Denemeyse düşünsel derinliğimin açlığını doyurur; bilgi dağarcığımı zenginleştirir ve mantığıma işlerlik kazandırır. Hikâye ise hayatın içini yansıtan aynaya benzer. O aynada bilgilenme, kendimizi ve toplumun kesitlerini izleme, sorgulama olanağı buluruz. Yanlışlarımızdan dönme ya da onları düzeltme fırsatını yakalar, hayata uyumu kolaylaştırabiliriz. Söz konusu alanda, “Gönül Bahçesi, Uzaklara Özlem” adlı iki şiir kitabım; “Mavi Beklentiler, Kendimiz Olabilme Erdemi, Kendini Tanımadan Gidenler” adlarında üç deneme kitabım ve “Çoban Yıldızı” adlı bir öykü kitabım yayınlanmıştır. Kitaplarımda işlediğim konuları hayatın içinden alırım. Güncel olması önemli bir ayrıntıdır. Hayatın içine hep eğitimci kişiliğimin gözlüğü ile bakarım. Birey ve toplum ilişkilerindeki çarpıklıklar, olumsuzluklar ya da toplumun mayası-tutkalı olan birtakım güzel değerler ilgi alanıma girer. Toplumun geliştirdiği temel değerler ve kavramlara da kafa yorar, çözüm üretmeye çalışırım. Öncelikle insan ve toplum eksenli ya da insan- nesne ilişkili konular deneme ve öykülerimde sıkça kullandığım vazgeçilmez malzemelerdir. Şiirlerimde ise yine insan ve doğa merkezli, estetik içerikli, duygu-sevgi yoğunluklu erdemsel esinlenmeler üzerinedir, temalarım. Araştırma türü eserlerim de vardır: Bunlar arasında “Beyoğlu Belde Yıllığı,” “Gâvur Gölü Havzası,” “Beyoğlu’nun Gülen Yüzü.” adlı araştırma ürünleri, her türlü istatistiki tablolar, haritalar, fotoğraflar ve resimlerle içeriği desteklenmiş-zenginleştirilmiş büyük boy, 400 sayfa, emek, özen yoğunluklu, renkli, kuşe baskı ve belgesel nitelikli kaynaklardır. Beni, yöresel sınırlı bir araştırmaya yönelten neden, yöremin halkına karşı duyduğum sorumluluktur. Gözlemlerim sonucu halkın geçmişiyle ilgili fazlaca bilgi sahibi olmaması, hele de genç neslin geçmişinden kopma noktasına gelmesi, bana kaçınılmaz bir görev yükledi. Yıllıklar bir yöredeki yerleşik halkla ilgili geçmişten bugüne (a’dan, z’ye) her türlü bilgiyi kapsar. O nedenle ihtisas gruplarınca hazırlanır. Beyoğlu Beldesi’nin alt yapısı bu olanağı sağlayamadığı için bütün ayrıntıları üstlenmek zorunda kaldım. Bu da yoğun emek ve zaman kullanımını gerektirdi. Konu yıllarımı aldı. Olsun, yöremin geçmişini aydınlatan, bugününü tanıtan eserin gerçekleşmesi beni çok mutlu etti. Ben o beldenin insanıyım, o vadinin suyunu içtim, havasını soludum, nimetleriyle beslendim; oranın güzel insanlarıyla haşır-neşir oldum. İlk kültür mayamı orada tuttum… “Gâvur Gölü Havzası” adlı eseri literatüre kazandırmakla, önemli bir çevresel kaynak oluşturduğumu düşünüyorum. Yıllarımı aldı. Doğum bitti, sancı geçti. Geride bir eser, onun verdiği erinç ve onur kaldı. Bu da benim için yeter de artar da… “Gâvur Gölü” 1950-1965 aralığında, sıtma hastalığı ve topraksız çiftçiye arazi temini amacıyla kurutuldu. Onunla birlikte güneydeki üç sulak alan daha (Amik, Emen, Mizmilli) ayni akıbete uğradı. Bu sulak alanlar önemli bir kuş göç yolu üzerinde Dünya Ekosisteminin can damarlarıydı. Büyük bir kuş popülasyonunun konaklama, beslenme, dinlenme ve üreme sahası olan bu sulak alanların kurutulması, çevre ve beslenme ekolojisine, ekonomisine, turizmine büyük zarar vermiştir. Gâvur Gölü, ayrıca büyük bir balık rezervuarına da sahipti. Dörtte üçü sazlıklarla ve ormanlarla (batı şeridi) kaplıydı. Sazlıklar kamış, kova berdi, yassı berdiden oluşur ve ekonomik değer taşırdı. Her ne amaçla kurutulursa kurutulsun, bu uygulama bir doğa katliamı olmuştur. Bugün gelinen noktada her iki amacın da bir geçerliliği kalmamıştır. Ancak dönüşü olmayan bir çıkmaz sokak… Yaşanmış “Gâvur Gölü” bir flora ve fauna cenneti, büyükbaş hayvancılık alanı, bereketli bir beslenme havzasıydı. Bugün bir turizm merkezi olabilirdi. Ancak arazi dağıtım aşamasında gölün en düşük kutunda 3780 dekar arazi “Sulak Alan İçin Ayrılmış” bu koşulla dağıtım dışı bırakılarak hazine üzerine tescili yapılmıştır. Bu konuda “Ortayol Projemiz” ilgili ve yetkililerden destek bekliyor. Gâvur Gölünü bütün güzelliğiyle yaşayan biri olarak onu, “Gâvur Gölü Havzası” adlı eserimle gelecek nesillere taşımayı bana kısmet eden Allah’ıma çok şükürler olsun.
Sizce, iyi bir yazar nasıl olmalıdır? Yeni yazmaya başlayanlara ne gibi tavsiyeleriniz olabilir?
İyi bir yazar tablosu çizmek zor iş bence. Çünkü alan oldukça görecelidir. Benim doğrularımın başkalarını bağlaması ise pek şık bir beklenti olamaz, olmamalıdır. Başkalarının çizdiği bir kalıba ben girmek istemem doğrusu. Öyleyse başkaları için şablon çizme hakkım da olmamalı diye düşünürüm. Yazarlık öyle ısmarlama ilkelerle olabilseydi, herkes yazar olurdu. Bir şeyi bilmek ayrı, onu uygulamak çok farklı bir şey… Diyelim ki şiirle ilgili çok şeyler öğrendiniz. Bu, sizin şiir yazabileceğiniz-şair olacağınız anlamına gelmez. Ancak bu bilgiler, doğaçlama yeteneğiniz varsa işinize yarar, demeye çalışıyorum. İyi bir yazar, toplumun arkasında değil, önünde yer almalı, sürekli kendini yenilemeli, hayatın içini titizlikle gözlemeli, bunları toplum yararına eserlerine yansıtabilmelidir. Toplumun gözü, kulağı ve aydınlık kaynağı olmalıdır. Okurunu izlemeli, onların gereksinimlerini öne almalıdır. Dili iyi kullanmalı, yalın kıvrak bir üsluba sahip olmalıdır. Çok ayrıntılarla (uzun betimleme ve tahlillerle) okuru bunaltmamalıdır. Çünkü insan hayatında zaman giderek önem kazanan bir değer olma sürecine girmiştir. Eleştiriye duyarlı olmak yazar için gelişimin kapısını açık tutma anlamına gelir. Unutmamak gerekir ki öğrenci öğretmenin, okur, yazarın en etkin denetleyicisidirler. Bunlar benim görüşlerim. Kimseyi bağlamaz. Tek doğrular olduğunu da söyleyemem. Kişinin mantığı burada tek ayıklayıcıdır, elbette.
Çocukluğunuz ve gençliğinizde yaşam nasıldı? (Komşuluk ilişkileri, insani ilişkiler sevgi, saygı vs. Kahramanmaraş’ı anlatır mısınız?)
Benim çocukluğum kırsalda geçti. Hayatın bir lokma bir hırka olduğu günlerdi. Halk çok fakirdi. 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde peş-peşe girilen dört savaş Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışıyla bitmiş, üç kıtadaki topraklarımız elimizden çıkmış, genç cumhuriyet misak-ı milli hudutları içinde kurulmuştu. Anadolu ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıydı. Bu ekonominin dinamiği insan ve hayvan gücüydü. Dört savaşta insan ve hayvan gücü erimiş, Anadolu’da ekonomi adeta durmuştu. Sanayi yoktu. Nüfusun yüzde 80’i köylerde otururdu. Yeterli hijyenik ortam yoktu. Sağlık sorunları yaygındı. Okulsuz, eğitimsiz bir toplum… Yolu, elektriği yok, şehir bağlantısı çok zayıftı. Genç cumhuriyet devasa sorunlarla mücadele ediyordu. Üstüne üstlük 1940’lı yıllarda İkinci Dünya Savaşının ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Almanlar batı Avrupa’yı, kuzey Afrika’yı işgal etmiş, Trakya’ya dayanmıştı. Ülkemizde seferberlik ilân edilmiş, babalar, amcalar, ağabeyler silâhaltına alınmıştı. O günlerde 8 yaşında bir çocuktum. Evin erkeği rolünü üstlenmiş, on yaş birden büyümüştüm. Ninem arada bir beni yüreklendirirdi: “Torunum büyümüş de evin erkeği, ailenin reisi olmuş da” diye övgüye başladığında körpe yüreğim iyice diklenirdi. Bu yüzden ki benim çocukluğum, midemde açlık gurultusu, yüreğimde Alman korkusuyla geçti. Biz o günün çocukları, çocukluğumuzu yaşayamadık, birdirbir, körebe oynayamadık.
1950’li ve sonraki yıllarda Maraş’ı çok yakından tanıma şansım oldu.
İlk dönem gençlik yıllarımsa, bu kentte geçti. Maraş sayılı mahallelerden oluşan vasat bir şehirdi. Şehrin güneyi bugünkü Kıbrıs meydanı, kuzeyi Ahir dağları, batısı Batıpark, doğusu ise Sarayönü, Şeyhadil, sebze bahçeleri ve ekin tarlalarına açılırdı. Konakların dışında çatılı ev yoktu. Bunun nedeni Maraş halkının zahire geleneğiydi. Şehrin ticaret merkezi belediye çarşısı, buraya bağlanan bedestenlerden oluşurdu. Çarşılar yapılan işe göre adlanırdı. Bakırcılar, semerciler, külekçiler, ayakkabıcılar, demirciler, kuyumcular, saraçlar vb.leri. İkindi sonu- akşam önü esnaf dükkânını kapatır, yaya olarak evinin yolunu tutardı. Anayolları, sabah ve ikindi sonu hayvanlarla insanlar birlikte kullanırdı. Yollar sabah ve akşam önü yoğun olurdu. Motorlu taşıt yok denecek kadar azdı. Uzunoluk ve Kanlı derelerin üzeri açıktı. Uzunoluk deresi üstüne yer-yer kalaslar konur, yayalar bir geçeden diğerine bunların üzerinden geçerdi. Sonraki yıllarda bu derelerin üzeri kapandı, cadde olarak kullanıma açıldı. Ahir dağı ormansızdı. Şiddetli yağışlarda derelerden sel gelirdi. Sonraki yıllarda Orman Bölge Müdürü Mesut Can’ın öncülüğünde geniş ölçüde ormana kavuştu. Sel sorunu da bitti. Merhum Mesut Can’ı rahmetle anıyorum. ve kültürel hayatın kalbi Çocuk Bahçesi ve Uzunoluk’ta atardı. Diğer kesimlerde güneş batımı sanki hayat dururdu. Yazlık-kışlık sinemalar, pavyonlar, gazinolar, kahvehaneler ve şehir kulübü hep burada toplanmıştı. Kale ve Pınarbaşı şehir içi mevsimlik mesire, kimi zamansa açık hava konser mekânlarıydı. Buralarda saat 24’e kadar hayat cıvıl cıvıldı. Bahardan itibaren halk dışarı fırlar, istasyon, Gâvur Gölü Bababurun önünü, Güvercinlik, Döngel ve Fırnız’ı mesirelik olarak kullanırdı. Uzak yerlere kamyonlarla gidilirdi. Mahallelilik köklü geleneklerden beslenirdi. Her mahalle yoksuluna, hastasına, yaşlısına karşı çok duyarlıydı. Gerek bireysel, gerekse topluca yardımlaşmalar olurdu. Özellikle zahirede imece usulü kullanılır, toplu yardımlaşmalar canlı tutulurdu. Kış geceleri akraba ve komşular bir araya gelir, çerezli, tarhanalı, şıralı sohbetler yapılırdı. Radyonun, televizyonun olmadığı dönemler (uzun kış gecelerinde) halk hikâyeleri, masallar, destanlar anlatılırdı. Mahalle gençleri, mahallenin namusundan, şerefinden sorumluydular. Kurtuluş bayramlarında çete grupları oluşturmada mahalleler arası yarış yapılırdı, sanki. Her mahallenin bir bilge ve otorite kaynağı olan dedesi, törelerin bekçisi ninesi vardı. Halk cahildi. Bu yüzden sözlü kültür, yazılı kültürün çok önündeydi. İnsanların yetinme, paylaşma kültürü çok canlıydı. Fakirdiler, hayat standartları bugüne göre oldukça düşük olmasına karşın, tok gözlüydüler. Kesimler arası hayat standardı yaklaşıktı. Herkes yarım ekmeğini bölüşmekten mutluluk duyardı. Son otuz yılda sanayi büyük bir gelişme gösterdi. Kırsaldan kentlere göç tetiklendi. Çok kuşaklı aileden çekirdek aileye geçiş süreci başladı. Kent betonlaştı. Teknolojik nimetler hızla arttı. İnsanlar edinmek, tüketmek eğilimine girdi. Hiç kimse ürettiğinden fazlasını tüketme lüksüne sahip değildir. Bu dengeleri kurmakta zorlanan halk, hayat seviyesi düne göre çok yüksek olmasına karşın, dünün huzurunu bulmakta zorlanıyor. Buna bir de kent betonlaşması eklenince eski sıcak mahallelilik kültürü de yerini nostaljiye bırakma sürecine girdi.
Geriye dönüp baktığınızda “şunu da yapsaydım” dediğiniz bir şey var mı?
Kuşkusuz her insanın hayatında keşkeler, pişmanlıklar, boşluklar ve kara delikler vardır. Hiç kimsenin hayattan beklentilerini tümüyle elde etmiş olabileceği düşünülemez. Zaman geriye dönüşü olmayan, tekrar bütün koşullarıyla yaşanması mümkün olmayan bir değerdir. Bize sunduğu kaçırılmış fırsatların tekrarı da olası değildir. Zamana bağlı fırsatlar, bir defa gelir, kullanılmazsa bin defa pişman eder, bizi… İnsan hayatı, yaşadığımız dönemin şartları, fırsatlar ve gerçekleriyle şekillenir. Söz gelimi: Bizim çocukluğumuzun savaşlar, kıtlık ve yokluk dönemine rastlaması gibi. Başarılı insanlar, fırsatları çok iyi değerlendirenlerin içinden çıkar. Başarısızlık ise erteleme alışkanlığından kurtulamayanların sorunudur. O nedenle her bireyin hayatında keşkelerin, pişmanlıkların olması doğaldır. Bende de olduğu gibi…
Gününüzü nasıl geçirir, neler yaparsınız?
Allah insanı devinimle donatmıştır. Devinimsiz bir hayat, durağanlığa düşer, çabucak eskir. Bir emekli olarak hobisel alanımda okuma-yazma, sosyal-kültürel etkinlikler içinde yaşama erincim besleniyor; anlam kazanıyor. Değişim, yenilenme ve gelişimi diri tutarak, kendim ve çevremle barışık yaşamaya çalışıyorum.
Değerli Hocam sizi hayli yordum sanırım. Hoşgörünüze sığınarak bir de şiir ve şair hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyim?
Sayın Gören, bu sorunuza röportaj formatı içinde okurdan da özür dileyerek kısa bir yanıt vermeye çalışacağım. Çünkü soru iki geçeli ve çok boyutludur. Bu yüzden ağır bir sorumluluğu da vardır. Sorunun hakkını vermek için kitaplar dolusu yorum yapılabilir. Ancak burada bana ayırdığınız zaman ve yer sınırlıdır. Şiirin evrensel boyutlu bir ifade aracı olduğunu biliyoruz. Edebiyatın hiçbir türü yokken o, ulusların yaradılış efsanelerinde vardı. Şiirin evrenselliği insan fıtratında var olan duygu, algı ve tepki gibi ortak paydalara dayanır, elbette… İnsanoğlu hangi coğrafyada, hangi ulus, dil ve kültürden olursa olsun duyguları, estetik algıları, içsel tepkileri pek farklı değildir. Sevindiğinde mutlu olur güler, üzüldüğünde mutsuz olur ya da incinir ağlar. Güzele, iyiye, doğruya, hakka ve inceliğe hep duyarlıdırlar. Bu evrensel duygu ve değerlerin dışa yansımaları da hep aynıdır. Bu olumlu ya da olumsuz duyguların yansıtıldığı bir aynadır, şiir… Şairse, bu duyguları işleyerek sözün gücünü ifadeye yükleyip sunan söz ustasıdır. “Bugüne kadar şiir nedir” sorusuna yanıt arandı. Bu konuda birçok tanım ve yorum üretildi. Ancak hiç birisi şiirin kesin tanımına ulaşamadı. Bu, Aristo’dan beri sürüp gelen ve kesin sonucu bulunamayan bir çabadır. Çünkü şiir evrensel olduğu kadar da özneldir. Bu nedenle öznel alanda öznel algıların ve ifadelerin çok farklı olması da doğaldır, bence… Birkaç şairimizle örneklemek istersek: Orhan Okay, “şiiri, güzel sanatların bir dalı, edebiyatın en karmaşık en kaypak bahsi olarak nitelendirir.” Ona göre: “Denizde avuçlarınızla yakalayacağınızı zannettiğiniz zaman çoktan parmaklarınız arasından sıyrılıp kurtulmuş bir balık gibidir. Şiir oynak ve kaypaktır. Yahya Kemal’e göre: “Şiir musikidir. Fakat bildiğimizden farklı bir musikidir.” Cahit Sıtkı’ya göre: “Şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Şiir, bir çığlıktır, bir ilân-ı aşktır, sallanan bir yumruk, bir umut, bir kurtuluştur, Ahmet Haşim’e göre: “Şiir söz ile musiki arasında fakat sözden ziyade musikiye yakın olan bir lisandır, bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır.” Necip Fazıl’a göre ise: “Mutlak hâkimiyeti arama işidir.”
Ben kestirme bir tanımdan çok, kısa bir yorumla yaklaşmak istiyorum konuya: Şiir bir esin coşkunluğu, söze insanı ve doğayı yükleme, bunları yüceltme becerisi ve sanatıdır. Esin coşkunluğu doğaçlama bir olgudur. Her insanda esin coşkunluğunu aynı ölçüde bulamayız. Esin coşkunluğu, içsel duygu yoğunluğunun dışa vurumu, söze dökümüdür. Şair, bu esin coşkunluğunu doğasından alır. Doğa ve insanda gördüğümüz üstün vasıflar ve beklentilerimiz bizi heyecanlandırır. Ayrıca şiir, şairin üstün bir güzelliği özlemesinden doğar. Biraz da şairi tanıyalım: “Şair dediğin biner şiir atına/ Dizgine mahmuza hâkim/ Bir koşu başlar ki doludizgin/ Dizeler dokur atın yelesinden/ Su içirir küheylanına bengisu çeşmesinden” (M. O.) Bana göre şair, özgünlüğü ve öznelliği olan bir dilin sözcüklerine özel ışık, doku, renk, öz ve armoni katabilen; fikir, duygu ve hayallerini yepyeni bir söyleyişle sunabilen söz ustasıdır. O konuyu, o rengi, o özü, o armoniyi herkes şair kadar hissedemez, söze dökemez. Allah her insana şiirsel bir dünya ve estetik bir incelik vermiştir. Ancak bunu dillendirme işi şairindir. Bahaettin Karakoç: “ Şair duyduğunu tekrarlayan bir papağan, şiir arıtılmamış, damıtılmamış kelimeler formu değildir. Her şair soylu bir gezgin, her şiir ise yeni bir icattır.” der. Biçim ve içerikte katı kuralcı olan şair, yeni bir biçim, söyleyiş, yeni bir öz getiremez, şiire… İlham perisinin özgür sesine kulak vermelidir. Ziya Paşa: “Şair, şair doğar anadan/ Bazı kula hak eder inayet.” dizeleriyle doğuştan gelen yeteneğe dikkat çeker. Bundan sonrası söz konusu “yeteneği çalışmasıyla besleyip geliştirmektir.” der. Diyelim ki elinizde güzel bir elmas var, ama siz onu işlemesini bilmiyorsanız ve emek vermiyorsanız, hiçbir zaman o elmas, pırlantaya dönüşmez. Kuşkusuz şair okuyucunun ilgisine, gereksinimlerine de duyarlı olmalıdır. Okurdan kopuk bir şairin, okunması zora girer. Aşırı saklamacılığa dönük, salt sanat kaygısıyla yazmak, toplumu dışlamak doğru değildir, bence… Aşırı saklamacı bir yaklaşımla iletiyi imge sarmalına boğarsak, okurun karşısına ya bir felsefe düşlemesiyle ya da bir bilmece giziyle çıkarız. Bir genelleme yapmak istemiyorum, ama kimi yenici şairlerimizde bu eğilimi görüyoruz. Kimi zaman bu eğilimi yansıtan şiirlere bakıyorum; şiir demekte zorlanıyorum, doğrusu… Ancak bu göreceli yargı kimseyi bağlamaz. Bu, bu tür şiire saygım yok anlamına da gelmez. Ben güzel sanatların tüm dallarında özgürlükten ve özgünlükten yanayım. Görünen o ki şiir, kendi öz tabanına oturma çabasının sancısını çekiyor. Saman alevi gibi parlayıp sönen birtakım akımların nedeni de bu olmalıdır. Bu arayışlar, sosyal, kültürel, ekonomik boyutlu değerler değişiminin şiire ve de tüm güzel sanat dallarına yansımasıdır; elbette… Oysa, her sanat o sanatın kendi gerçeğinden doğar, onun üzerine kurulur. Söz gelimi insanları memnun edeceğim diye şiir yazılmaz. Ama netice olarak üretilen ürün de alıcı bulmalı değil mi? Yani toplumu dışarıda tutmamalı, onun değerlerine, ilgi alanlarına, estetiğine de cevap vermelidir; demeye çalışıyorum.
Mustafa Okumuş’un yayımlanmış eserleri: Gönül Bahçesi, Beyoğlu Beldesi, Mavi Beklentiler, Beyoğlu Beldesi, Uzaklara Özlem, Kendimiz Olabilme Erdemi, Gâvur Gölü Havzası, Çoban Yıldızı, Beyoğlu’nun Gülen Yüzü, Kendini Tanımadan Gidenler.
SEVGİNİN GÜCÜ
Ne zaman toplumsallığı inciten, değer yargılarımı yaralayan bir davranışla karşılaşsam, gönlüm kırılganlaşır, beklentilerim çıkmaza girer, bir başka bahara kalır. Olumsuzlukların acısını tek yanlı bir hoşgörüye yükler, kendimi rahatlatmaya çalışırım. Ama kolay olmaz bu. Boşver desem de antenlerim çalışır. Önce kendimi sorgularım. Sonra da empati kurmaya yönelir, batan dikeni çıkarmaya çalışırım, yüreğim acısa da… Bu arada beynimin ekranına onca soru ve yanıt çöreklenir; çözüm beklerler benden. Aczimi kabul etsem bile ikna edemem onları. Bu yüzden seçenekleri irdeleme gereği duyarım. Sonunda bir seçim yapmak zorunda kalırım. Sevgi ya da sevgisizlikte yoğunlaşırım. Sevgisizliği ve de acımasızlığı itici, yıkıcı bulur, elerim. Çünkü sevgisizlik bencilliğin güdümündedir. Oysa sevgi öyle mi? Sevgi diyagramdır. Özü çekici, birleştirici, otayıcı, paylaşımcı ve dayanışmacı dediğimde, toplumsal sorunlarımızın tümünün temelinde bir dinamit gibi sevgisizliğin sonucu olan acımasızlığın yattığını kabul ederim. O zaman Koca Yunus’un şu dizeleri dökülür dudağımdan: “Ben gelmedim kavga için; Benim işim sevgi için.” Sevgi tüm nesnelere duyduğumuz ilgiyi besleyen evrensel bir kaynaktır. Bu kaynak ne kadar gürse, insan o denli insandır. İnsan ancak düşünsel derinliğinde kendini keşfettiği, gönlünü yetkinleştirdiği ölçüde insan olarak yaratılmış olmanın ayırımına varır, kendi kutsallığına saygı duyar. Bu nedenle Yaradan’a şükreder, değil mi? Bu bilinçlenme onu, sevgi kaynağını arı, duru kullanma algısına taşır, diye düşünüyorum. Sevgi bir nimettir. Her nimetin bir külfeti ya da sorumluluğu vardır. Sevgi iletişim ve de paylaşımdır. O, paylaşıldıkça bereketlenir, sarar sarmalar insan yapar bizi. Toplumsal ya da bireysel sorunlarımızın en sağaltıcı emi de odur. Sevgi ve saygı istiyorsak sevgi pınarımızı gayra açık tutmamız gerekmez mi? Sevginin paylaşım alanı genişledikçe mutluluklar artar ve sorunlar çözülür. Sosyal barış daha bir anlam kazanır yaşanılası şu geçici dünyada… Mutluluklar paylaşımın ucunda açan bir sevgi çiçeğidir. Ne mutlu bu çiçeği koklayanlara… Bakınız şair ne diyor: “Ben her işin başı sevgi diyorum; Sevince dünya güzel yaşamak iyi diyorum.” Sevginin yaşamsallığı bundan daha güzel, daha yalın nasıl anlatılabilir ki? Bana göre yaşamımızda sevgi akıl kadar önemlidir. Hatta sevgiyi aklın freni olarak değerlendirebiliriz. Çünkü akıl egonun baskısında bencildir. Oysa sevgi, gönlün kaynağında özveridir. O nedenle aklın hatasını sevgi önleyebilir. Nasıl ki frensiz bir araba kaza yapma riskine açıksa önüne sevgiyi almayan akıl da öyledir demeye çalışıyorum. Aslında tüm erdemlerimizin en doğurgan anası sevgidir. Sevince hoş görür, bağışlar, bağışlanırız. Sevince özverili olur, değerlerimizi paylaşır, birbirimizi tamamlar güçlü oluruz. Sevince güvenir, güvenilir, huzurlu oluruz. Sevince üretir, başarır, mutlu oluruz. Erdemli yaşamın anahtarı bunlar değilse ya nedir? Bu yüzden ki sevgi pınarımızı gönül gölüne cömertçe akıtmamız gerektiğine yürekten inanıyorum. Şu kısa ömürde sevgisiz yürek, taşınmaya değmez, değil mi? Mevlana: “Seviyoruz, varlığımızın güzelliği ondandır.”diyor. Sevgisiz, ne din, ne eğitim, ne başarı, ne üretim ne toplumsal barış, ne de mutluluk olur bence. Sevgi yaşamın ruhudur; Sevince dikenler gül olur, bulanık sular durulur. Sevince gönül gölünde yıkanır, arınır insan. Sevince dereler, tepeler düz yol olur, tüm engeller kalkar ortadan. Sevince hoşgörü oluşur, bağışlar, bağışlanır insan. Sevince bölüşülür tüm yükler, hafifler insan kuşlar gibi. Sevince çiçekler açar, kuşlar öter, fidanlar boy verir birden. Dünya bir başka güzelleşir, okşar kucaklar insanı. Yaşamak anlam kazanır, güzelleşir içimizde, dışımızda… Sevince ak kanatlı güvercinler uçururuz, masmavi gökyüzünde. Barıştan, umuttan, birlikten, dirlikten ve de huzurdan yana. Dileriz kafalar aydınlık olsun, sevgi pınarı gönül gölüne durmadan aksın. Bölüşsün tüm insanlar, erdemlerde varlığı-yokluğu, acıyı-sevinci, tasayı. Sonuç olarak diyebiliriz ki: “Her şey insanla anlam kazanır, onunla bütünleşir. İnsan sevgiyle güzelleşir, arınır; erdemleriyle yücelir… . Her şey insanla anlam kazanır, onunla bütünleşir; insan sevgiyle güzelleşir, arınır, erdemiyle yücelir. . Sevgiyi önüne alamayan akıl frensiz arabaya benzer. Sevgi tüm nesnelere duyduğumuz evrensel bir kaynaktır.”