
Kendinizi tanıtır mısınız? Ali Büyükçapar kimdir?
1968 Maraş doğumluyum. İlköğretimimi kendi şehrimde yükseköğrenimimi Konya İlahiyat Fakültesinde tamamladım. Kayseri’de Din Felsefesi alanında mastır yaptım. 1990 yılından bu yana İmam Hatip Lisesinde hocalık yapmaktayım. Evliyim, üç çocuğum var. Kent merkezinde yaşıyorum.
Şiirle tanışmanız ve yazmanız ne zamandan beri devam ediyor?
Şiirle ünsiyetim ifade kolaylığı, anlam zenginliği görmemle beraber yıllar öncesinden başladı. Okul yılları devam ederken şiir ezberliyor onları devamlı okuyordum. Şiirin büyüsüne kapıldım, kelimelerin beni kanatlandırdığını hissettim. Yüreğime şiirden mısralar düştü, edebi sanatları öğrenince hayatın farklı boyutlarda sürüp gittiğini keşfettim, içim ısındı, gözlerime hep gökkuşakları göründü.
Ezberimdeki şiirlerle yaşadım.
“Sen geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin
Merhamet saçlarını ıslatan
Sessiz bir yağmurdu
Bulutlar geldi altında durduk” gibi.
Yazı yazmamın temelinde şiir var. Kalemi elime aldığımda önce şiirler gelir, onları kaydederim, sonra nesir yazmaya başlarım. Şiir damarım canlı her dem de yenileniyor. Şiir kuşatıyor kelimelerle oradan buraya yüreğimden maveralara gidip geliyorum.
Edebiyat sayfaları yayınlanırdı Maraş’ta. Gazetelerde edebiyat sayfaları özenle hazırlanır, yeni yazmaya başlayanlara orada öncelik tanınırdı. Şeref Turhan’ın “Işık” gazetesinde ilk şiirlerim yayınlandı. 1986 yılları gibi.
Sizi şiir yazmaya yönlendiren birisi oldu mu?
Şiir yaz demekle yazılmaz. Şiir hele hiç mi hiç baskı götürmez, kitap oku diyenler oldu etrafımda, o tavsiyelere can kulağı ile uyduğumdan olsa gerek çok kitap okudum. 1983’ten bu yana düzenli okuyorum, hayatımı okumakla doldurmuşum, aman Allah’ım aman neler neler okudum, bana oku diyenler işin bu boyutunu görünce dona kaldılar. Kitap oku demek kolay ama bu şekilde sistematize etmek hayli zor. “Kitap Pusulası” adlı eserimde okuma maceramı yazdım.
Şiirle “ahlak” arasında bir bağ var mı?
Elbette var. Şiir anlamı bulmak hayatın üç önemli mevzusuyla irtibatlı olmalı. Ontoloji, epistemoloji, etik diye ifadesini bulan kelimeleri varlık, bilgi, ahlak şeklinde dile getirebiliriz. Ahlak insanlığın vazgeçilmez konularındandır. Şiir ahlaklı mı olmalıdır? Şeklinde bir soru çıkar karşımıza. Şairin kaleminden çıkan cümlelerin iyi mi olduğunu değerlendirmek müşkül. Şiirde kelimelere bakabiliriz, edebi sanatları değerlendirebiliriz ama “ahlaklı şiir” denilince biraz duruyorum. Şimdi bir şiire kim ahlakidir veya değildir diye hüküm verip yargılayacak? İsterseniz bu hususu ehil insanların genel değerlendirmesiyle görelim. Sezai Karakoç’un Taha’nın Kitabı’nda şöyle bir kıta var:
“Bu mermer ki şaraptır
Sütün sütun bardaklara”
Doldurun için sevaptır. (Gün Doğmadan sh.314) Şimdi nasıl bir ahlaki hüküm vereceğiz? Şair ahlaklı olsun ama hayatın bütününe baktığımızda genel ayırımın mahşer yerinde olduğuna inanıyorum!
Şiirlerinizde genel olarak işlediğiniz konular nelerdir?
Şiirlerimde varlık, bilgi, ahlak temelinde insanın salınımlarını dile getirmeye çabalıyorum. Yaşadığım zamanın içinde bulunduğum sosya-kültürel dünyanın genel izlerini şiirlerimde görebilirsiniz. İlahiyat eğitimi almam şiirde dini terminolojiye çokça yer vermeme yol açtı. Mitolojide aynı ağırlıkta yer aldı şiirlerimde. En son yazdığım “Şehmeran” kitabımda mitolojinin izleri vardır. Örneğin;
“Gün ortası karanlık, gözlerin sürmeli
Itır, reyhan saçar gülüşlerin.
Öpüşlerin bahar tomurcuğu,
Bir de yeminlerimiz vardı kitap üstüne.”
Bu güzel kim, hangi meltem eser?
Deli divanı gönlüme” (Şahmeran. sh. 68) İnsanın hayata tutunması, tecrübeleri, umut ve kayıpları düşündüğümde her olgunun şiirime girdiğini söyleyebilirim. Hüzün, aşk kırılmaları, Maraş’ın kent dokusu, ütopyalar, Türklük sevdam, kızıl elma ülküsü, insanlığın acıları şiirlerimde önemli konu başlıkları olmuştur.
Şiir yazmak için duygusal olmak gerekir mi?
Ne demek, duygusallığın bile ötelerine gidip “krizalit kristalin” olmak gerek, ifade İlhan İrem’e ait. Duygusu olmayan ya da duyguları hayata yön vermeyen insan şiir yazsa ne olur yazmazsa ne icap eder? Duygular hayatın vazgeçilmez kaynakları ve hazineleridir. Duygu kelime elbisesi giymeli, edebi sanatların harlı potasında yanmalı, kavrulmalı sonra da şiir olarak okura ulaşmalıdır.
ESERLERİ:
-Malabadi Otuz Şiir (1996)
-Kitap Pusulası (1997)
-Kırk Hadis (1998)
-İsmi Azam (1999)
-Necip Fazıl (2003)
-Ulu Kapı Sırlı Yol (2006)
-Hafız Osman Sandal (Biyografi)
-Şahmeran, Ateşi Yakmak (2014)
EFLATUN ÇIĞLIK
Aklımı yağmaya verdiğim dem
Ötelerden kervanımın çıngırakları duyuluyordu
Önceden sonraya
Küfürden imana
Maveraya
Gözlerimin feri tükendi
Kervanım şehirlerden geçmeyecek
Biliyorum yolumuz ipek yolu
Yükümüz anason
Biz asma bağlarına gideriz
Kervanım denklerini almış beni çağırır
Gideceğim evet gideceğim
Göl buz tutsun dağlara kar yağsın
Zemheride mor bir gömlek giyeceğim
Tütün balyalarını denkleştirip
Sevgilimin gözlerinden öpeceğim
KİMİNLE NE KONUŞMALIYIZ?
İbret almakla başlayan hayata neler sığdırmak zorundayız, neler. Varlığımızı Allah’a kulluk formatına taşımak her kişinin değil, er kişinin kârıdır. Yüreklerde yer eden öğütler var, peki o nasihatlar oraya nasıl yerleşti? Sımsıkı sarılıp hiç akıldan çıkarmamak üzere bellediğimiz nasihatlar hayatımızı hangi tehlikelerden kurtardı? “Öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda verir.” (Zariyat, 51/55) İlahi hikmetiyle muhatab olduktan sonra hayatımız nasıl değişti? Yaratılış hikmetini unutan insana söz fayda etmiyor. Hakkı batıldan, hayrı şerden, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt etmek için akıl ve irade verilen insan vurdumduymaz tavırlarıyla hayatı önemsemeyip yaratılış gayesini çok çabuk unutuyor. İnsan, iman, ibadet ve itaatle sorumludur. Hak ve vazife ekseninde yaşanan hayat hergün getirdiği süprizleriyle kendi canlılığını korurken insandan Allah’a iman ve salih amel istenmesi boşuna olmasa gerek. İnsanın rehberi ne olmalıdır? Allah yarattığı kullarına iyiyi emretmek ve kötüyü yasaklamak suretiyle bizzat öğüt verdiği gibi peygamberlerini de öğüt vermekle görevlendirmiştir. Kur’an-ı Kerim de insanlar için bir öğüttür. Dilimizde pek çok anlamlarla ifadesini bulan öğüt-nasihatın şu adları ne kadar geniş bir alanı kapsadığını göstermektedir. Vaaz, nasihat, tavsiye, davet, irşad, hidayet, tebşir, emr-i bil maruf ve nehy-i ani’l-münker, ilan, tebliğ hemen aklımıza gelen türdeş kelimeler. Bu görevler kimin omuzun da? Peygamber Efendimiz Kur’an-ı Kerim’i insanlara tebliğ etmiş, açıklayıp onlara rehber olmuş, iyiliği emredip kötülüklerden men etmiştir. O’nun vefatından sonra bu görev müminlere özellikle İslam alimlerine bırakılmıştır. Her devrin sosyal yapısı farklı olmakla birlikte öğüt-nasihat hususunda dikkat edilmesi gereken bazı ilkeler mevcuttur. Öğüt verecek kişinin İslam ilahiyatına vakıf olması birinci önceliktir. Allah rızası esas kabul edilerek Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilahi metod hep hatırda tutulmalı, müjdelerle bu kapıya davet yapılmalıdır. Muhatapların sınıflaması yapılmak suretiyle hikmet, bilimsel deliller, açık uyarıların değişik insanlara yapılması gerektiği unutulmamalıdır. İnsanları, doğuştan şerli, kâfir, münafık, âsi gibi kategorilere ayırmadan hayra, iyiye, doğruya, hakka, iman ve itaate uygundur diye düşünüp değerlendirmekle epey bir yol alacağımızı unutmayalım. “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin” hadisi şerifi ne kadar önemli hakikatları bize hatırlatıyor. Öğüt-nasihat hususunda dilimizin zenginliği olarak atasözleri, vecizeler, menkıbeler öne çıkartılmalı, arapça tercüme yapılmak suretiyle din tebliği edildiği zannından uzak durulmalıdır. Geçen her yıl din dediğimiz hakikatı bizlere daha iyi anlatırken özümüz ve sözümüzde yüce gerçeklerden muştular taşımalıdır.
ZEMHERİ DE TEFEKKÜR
Zemheride yeniliklere kapı açmak ne güzel. Tabiatın sessizliğe büründüğü bu zamanları gelecek günler için mutluluk zemini olarak görmek saadet. Ömür denilen “Hay” sıfatı tecelli ederken bunun farkına varmalıyız. Sayılı günler çabuk geçiyor. Varlığımızın özüne yerleştirilen “Kutsal Işık” sahibine dönmeden gerçekleştirmek zorunda olduğumuz yükümlülükler var. İnsan olarak hayata salınan beşerin adam olması onu da müslümanlıkla taçlardırması en büyük görev. Belirli belirsiz görülen hakikatın ışığı üstümüze düştü mü? Yaşayan her insana verilen imkânı daha ötelere götürmek için yapılması gereken ne kadar çok yükümlülük var. Arifler insanı çok iyi anlamışlar, şuurun derinliklerinden hikmetler çıkarmışlardır. Lokman aleyhisselam oğluna şöyle demişti: “Yavrum, insanlar üç tane üçte bire ayrılır. Üçte biri Allah içindir. Üçte biri kendi nefsi içindir. Üçte biri mezardaki kurtlar içindir. Allah için olan üçte bir, onun ruhudur. Kendi nefsi için olan üçte bir, onun amelidir. Kabirdeki kurtlar için olan üçte bir de onun cismidir.” Ne yapmalı? Her insanın ömründe defalarca kendine sorduğu bu hikmete verilecek çok cevap var. İnsan önce acaba bu ifade Kur’an-ı Kerim’de nasıl geçiyor diye merak etmeli. Yüce kitabımız insanlık hafızasıdır orada kişinin varlık, bilgi ve ahlâk gibi önemli konularda neler yapabileceğinin örnekleri vardır. Peygamberlerin şahsında anlatılan varoluş erdemini her insan kendi üzerine almalı oradan çıkaracağı derslerle imtihan dünyasından yüz akıyla geçebilmenin onurunu duymalı. “Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığında Allah ve Resülü’ne icabet edin ve şüphesiz bilin ki Allah kişi ile kalbinin arasına girer. Unutmayın ki O’nun huzuruna götürüleceksiniz” (Enfal, 8/24) anlatmak istediğim aslında bu. Allah hayat verir, Peygamber cansuyunu yüreklere taşır. Varlığın özünden taşıp kaynayan diri, duyarlı, yaşayan ve yaşatan bu damarla münasebetimiz nasıl? Dünyada var oluş gayesi olarak bunu görebilen kaç kişi var? Hayat Allah’ın sıfatlarından biri bu “Kutlu Işık” cansız toprağa düşünce O’nu insan ediyor, dahası zübdei âlem haline getiriyor. Allah bizi İslâm’a çağırıyor bunun çokta kolay olmadığının haberini bildiriyor, mal, can, sağlık, bilgi ve zamanın, imtihanın değişik evreleri olduğunu vurgulayıp peygamberlerini de örnek gösteriyor. Durmak yok! Emanet vücutta olduğu müddetçe denenecek arı, öz, saf, hale gelinceye kadar iyi-kötü bitmeyecektir.