Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız? Serdar Yakar kimdir?
10 Mart 1965’de Kahramanmaraş’ta doğdum. İlkokulu 27 Mayıs İlkokulunda, ortaokulu Gazi Ortaokulunda, liseyi ise Karalise olarak bilinen Kahramanmaraş Lisesinde tamamladım. 1983’de üniversite sınavlarına girerek Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünü kazandım ve buradan 1987’de mezun oldum. İlkyazı çalışmalarım henüz lise öğrencisi iken Kayseri’de hâlâ yayınlanmakta olan Erciyes dergisinde yayımlandı. Üniversite öğrencilik yıllarımda ulusal gazetelerde kültür sanat sayfaları hazırladım. “Kadın ve Aile” ve “Gül Çocuk” dergilerinde Yazı İşleri Müdürü, Timaş Yayınları’nda Editör olarak çalıştım. Yazı çalışmalarım; İslam, İlim ve Sanat, Altınoluk, Kadın ve Aile, Gül Çocuk, Sur, Mavera, Uzunoluk, Kurtuluş, Dört Mevsim Maraş ve Alkış gibi dergilerde yayımlandı. Vatani görevimi 1991’de Güney Deniz Saha Komutanlığı’nda tamamlayıp 1992 yılında memleketime dönerek Kahramanmaraş Belediyesinde memur olarak göreve başladım. Bir süre Belediye Özel Kalem Müdürlüğü görevini vekâleten yürüttüm. Yazı İşleri Müdürlüğü görevini 1993 yılından itibaren aralıksız olarak 12 yıl sürdürdüm. Aynı zamanda Belediye Memurları Sendikası (BEM-BİR-SEN)’in şube başkanlığını da yaptım. Bir grup arkadaşla birlikte kurduğumuz Ukde Basın Yayın ve Organizasyon bünyesinde haftalık “Ukde Haber Gazetesi”, ve “Kurtuluş” dergisini çıkarttık. Bunun yanı sıra kitap yayıncılığı yaparak Ukde Yayınları bünyesinde bugüne kadar 128 kitap neşrettik. Yerel yayın yapan Yunus TV’de haftalık “Ukde Sanat Edebiyat” programları düzenledim. Birçok sivil toplum kuruluşunun üyesi veya kurucuları arasında yer aldım. 2003 Şubatı’nda Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek Lisans programını tamamlayarak “Yerel Yönetimlerde Alternatif Hizmet Sunma Yöntemleri: Kahramanmaraş Belediyesi Örneği” adlı çalışmam ile “Kamu Yönetimi Uzmanı” unvanını aldım. Kahramanmaraş yerel mahkemelerinde Belediyecilikle ilgili adli davalarda bilirkişilik yaptım. 2004 yılı yerel seçimlerinde baba yurdum Çağlayancerit ilçesinden belediye başkan aday adayı oldum. 15 Aralık 2004’de Kahramanmaraş Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğüne kurucu müdür olarak atandım. Kısa bir süre Belediye Terminal Müdürü olarak görev yaptıktan sonra yeniden Belediye Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü kadrosuna atandım. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi statüsü kazanması ile Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı bünyesinde Kültür Sanat ve Turizm Şube Müdürü olarak görev aldım. 10.07.2015 tarihi itibari ile de Kütüphaneler Şube Müdürü olarak görevlendirildim. Evli ve üç çocuk babasıyım.
Yazı hayatınız ne zaman ve nasıl başladı? Sizi yazmaya iten şeyler neler oldu?
Ailemde annem ve babam dahil olmak üzere okuyan yok gibiydi. O yüzden küçük yaşlardan itibaren okumaya karşı içimde bir heves oluşmuştu. Bir yönlendirici de olmayınca ne bulursam onu okuyordum. Renkli çizgi romanlar tercihimdi. Tarkan, Kara Murat gibi çizgi romanları elimden bırakmazdım. Sonraları Oğuz Özdeş, Bekir Büyükarkın ve Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarını okumaya başladım. Ortaokul’da Türkçe hocamız yazar Şevket Yücel’di. O bize okumanın güzelliğini ve yazmayı sevdirdi. Defterlere hikâyeler yazmaya başladım. Kayseri’de yayınlanan Erciyes dergisinde ilk hikâyem yayınlandı henüz lise ikinci sınıfta iken. O tarihten itibaren de okumayı ve onunla birlikte yazmayı hiç bırakmadım.
Size öncülük eden kimlerdir? Hangi yazarlardan etkilendiniz?
Doğrusu öncülük edenim olmadı. Olsa idi belki daha disiplinli, daha verimli ürünler ve sonuçlar çıkardı ortaya. Hayatı el yordamıyla kavradık. Büyüklerin okumamızı istemediği çizgi romanlarla okumayı sevdim. Okuduğum her bir eser ve yazar beni bir sonrakine taşıdı. Necip Fazıl’ın kitaplarını tanıdığımda ise artık arayışım bitti. Onun yüzü aşkın eserinin tamamını edindim ve okudum. Daha sonraları onun hayatını ve mücadelesini de kaleme aldığım için etkilendiğim en büyük yazar Necip Fazıl Kısakürek’tir diyebilirim.
Yazarlığınızın yanında başka görevleriniz de var. Bu sizi nasıl etkiliyor?
Aslında soru işlerinizin yanında ayrıca yazıyorsunuz da olsa daha anlamlı olurdu sanırım. Çünkü ülkemizde yazarlık bir meslek değil, olsa olsa bir fobi veya bir alt meşgaledir. Hayatın devamı ve dünyalık rızık için bir işte çalışmak zorundasınız. Ben de halen memur olarak bir görev yapıyorum. Okumayı ve yazmayı sevdiğim için de okumaya ve yazmaya zaman ayırıyorum. Yazmak asıl işim olan mesleğimi etkilemiyor. Doğrusu işim de yazmamı engellemiyor. Yani dengeli bir gidiş var.
Kitap sizce nedir? Niçin okunmalıdır?
Kitap bence hayatın anlamıdır. İnsan olmanın olmazsa olmazıdır. Bu nedenle okunmalıdır.
Çok okur musunuz? Hangi yazarları ve ne tür kitapları okursunuz?
Evet, öncelikle çok okurum. Hayatımın her anını okuyarak değerlendirmek isterim. İstanbul’da öğrencilik yıllarımızda otobüs yolculuğu çok uzun olurdu. O otobüs yolculuklarında dahi bir şeyler okumaya çalışırdım. Bugüne gelişimi de okumaya borçlu olduğuma inanıyorum. Tabii ki bir yazar tercihim olur ama tür konusunda şartlanmışlığım yoktur. Romanın okuma yeri ve zamanı ayrı, şiirinki ayrıdır. Ama araştırma türü eserler benim için daha bir önem kazanır. Kendi çalışmalarımda da araştırmayı tercih ederim.
Sizde yazı nasıl doğar, gelişir, sürer ve kağıda aktarılır? Sizin için de yazmak olmazsa olmazlardan mıdır?
Yazı konusunda iddiası olan biri değilim. Öncelikle neyi niçin yazmam gerektiğini düşünürüm. Topluma faydalı bir konuyu tespit ettiğimde o konu ile ilgili araştırmalara başlarım. Genelde mahalli türde çalışmalar yaptığım için ziyaretlerde bulunurum. Yazılı kaynaklara sözlü kaynakları da dahil eder sonrasında o topladığım dokümanları bir bütünlük içinde kaleme alırım. Yazmak olmazsa olmazlarımdan değildir. Ama okumak olmazsa olmazlarımdandır.
Sizce unutulmamış ve unutulmayacak yazarlar kimlerdir? İsminizin onların arasında olmasını ister miydiniz?
Unutulmamayı şüphesiz ki herkes ister. Kalıcı eser yazmak da her yazarın hayalidir. Ama bence önemli olan faydalı olmaktır. Okurda düşünce ufku açabilmektir. Onu düşündürebilmektir. Eline kalem alıp yazan her yazar unutulmamayı hak ediyordur bence. Çünkü kalıcı olan yazıdır. İnsanlara faydalı bir şeyler yazabiliyorsak biz ölsek de onların kalacak olması benim için de bir mutluluk sebebidir.
Üniversite yıllarınız ve sonrasında uzun yıllar İstanbul’da kaldınız, İstanbul hayatınızla ilgili neler söylemek istersiniz?
1983-2002 arası İstanbul’da kaldım. Lisede çıkartamadığım ve içimde ukde olarak kalan dergi çalışmalarımı İstanbullu yılların daha başında gerçekleştirdim. “Huruç” adıyla bir dergi çıkartmaya başladım. Yazıların büyük çoğunluğunu kendim hazırlıyor, okul arkadaşlarıma da sipariş ile zorla yazı yazdırıyordum. Milli Gazete’nin Yayın Yönetmeni Sadık Albayrak bu dergileri gördüğünde gazetede aynı isimle bir sayfa hazırlamamı teklif etti. Haftada bir sayfa olmak üzere Milli Gazete’de sayfa hazırlamaya başladım. Yine kendim ve okul arkadaşlarımın yazıları yayınlanıyordu. Gerçek ismimin yanı sıra Serdar Ömeroğlu, Topuz Hasanoğlu, İsmail Güneş, Serdar Cem gibi müstear isimler de kullanıyordum. Huruç sayfası bir yıl kadar devam etti. Daha sonra aynı gazetenin kültür sanat sayfasını hazırlamaya başladım. Aynı zamanda Vefa Yayıncılık bünyesinde işe başlamıştım. İlim ve Sanat Dergisi, İslam Dergisi. Kadın ve Aile Dergisi ve Gülçocuk dergisi bu yayın gurubu tarafından çıkartılıyordu. Her dört dergi için de çalışmalar yapıyordum. İstanbul’da bir dernek tarafından yayınlanmakta olan Edik Dergisini 1985’de yeniden çıkartmaya başladık. İlerleyen zaman içerisinde Kadın ve Aile Dergisi ve Gülçocuk Dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğünü üstlendim. Bu arada öğrencilik devam ediyordu. Milli Gazete ve Vefa yayıncılık bünyesindeki dergilere ek olarak Risale yayınlarının kuruluşunda bulundum. Vefa Yayıncılık’ın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar sonucu Yazı İşleri Müdürü olarak görev yaptığım Gülçocuk Dergisi 1989 sonu itibariyle kapandı. 1990 yılı başı itibari ile de Timaş Yayınlarında editör olarak çalışmaya başladım. Ayda en az 4-5 kitap yayınlıyorduk. Ayrıca “Yokuş” adıyla da bir kitap tanıtım dergisi çıkartıyorduk. Yoğun bir tempo idi. Buna rağmen Altınoluk dergisinin sanat edebiyat sayfasını hazırlıyor, Sur dergisi için ise söyleşiler yapıyordum. 1992’de askerliğimi yapmak üzere İzmir Güney Deniz Saha Komutanlığına gittim.
Kahramanmaraş’a geliş tarihi ve nedenleri?
1992 yılı ortalarında kısa dönem er olarak askerliğimi tamamlamış ailemi ziyaret etmek üzere memleketim Kahramanmaraş’a gelmiştim. Çarşıda sevdiğim iki insan Cevdet Kabakcı ve Yılmaz Ercan birbirinden habersiz bir şekilde Kahramanmaraş Belediyesine memur alınacağını, artık memlekete dönmem gerektiğini söylediler. “Bir düşüneyim” dediğimde ise o günün müracaat için son gün olduğunu belirttiler. Konuyu eşim ve ailemle istişare ettim. Babam çok sevinmişti. Eşimin de rızası olunca, mesai bitimi öncesi Belediyeye müracaatımı yaptım. Yazılı sınavı ve mülakatın ardından 1992 Eylülü itibariyle Kahramanmaraş Belediyesinde memur olarak göreve başlamış oldum.
Ukde Yayınları nasıl doğdu?
İstanbul’da aktif bir hayat yaşarken Kahramanmaraş’ta memurluk ile birlikte büyük bir boşluk içine düştüm. Günler boş geçiyordu. Belediyede memuriyete birlikte başladığımız arkadaşlarla bir araya gelerek düşüncelerimi söyledim. Kahramanmaraş’ta ofset matbaa yok idi. Gazeteler matbaanın ilk icat edildiği teknoloji ile, kurşun harflerle çıkartılıyordu. Ofset bir gazete çıkartmak gerektiği fikrini ortaya attım. On arkadaş birlikte hareket etmeye karar verdik. Hemen Valilik binasının karşısında Dedezade Sokakta bir büro tuttuk. Macintosh bir bilgisayar alarak Ukde Haber gazetesinin ilk sayısını çıkarttık. Teknik konularda Orhan Ermeydan İstanbul tecrübesini burada değerlendirdi. Sonra başta kardeşim Selahattin olmak üzere bu işlerle uğraşabilecek gençler yetiştirdi. Haftalık çıkan ve o gün için ofset teknolojisi ile yayınlanan tek gazete “Ukde Haber” devam ederken 12 Şubat yıldönümü için “Kurtuluş” dergisini çıkartmaya başladık. Ayrıca eşim de bayanlardan oluşan bir ekip kurarak “Hale” adıyla bir dergi çıkartmaya başladı. Yine ilk kitap yayınımız da bu günlerde gerçekleşti. Cemal Nar hocamızın “Anılar ve İbretler” kitabı Ukde Yayınlarının ilk kitabı olarak neşredildi. Ukde Kitaplığı bugün itibari ile 128. esere ulaşmış durumda.
Yerel yayınları İstanbul’da değerlendirmek mümkün mü?
Günümüzde yayıncılığın en büyük çıkmazı dağıtımdır. Siz çok kıymetli bir eser ortaya koysanız da bunun dağıtımını gerçekleştirememiş, bir şekilde okura ulaştıramamış iseniz ortaya koyduğunuz eserin bir kıymeti yoktur. Taşrada yayınlanan yerel yayınlar maalesef bu kadere mahkûmdur. İstanbul veya Ankara’da yayınlanan ve de hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan bir eser çağdaş pazarlama teknikleri ile bir anda tüm yurtta aranır olabilirken yerel yayının ismi bile okunmaz hiçbir yerde. Aslında büyük yayınevlerinin gözünde yerel yayıncılık bir Donkişotluktan öteye geçmez. Ama biz taşrada bulunan yazarlar da inatla mücadelemizi sürdürürüz onlar öyle görse de… Önemli olan bu kubbede bir hoş seda bırakmak değil mi sonuçta… Adı Donkişotluk da olsa biz bunu yapmayı sürdüreceğiz hep. Tüm bu olumsuzluklara rağmen İstanbul’da yerel yayınlara kıymet veren, arayıp soran dağıtımcılar da yok değil. Mesela bir Kitabevi Dağıtım özellikle yerel yayınlara ilgi duyar. Kitabevi’nin güler yüzlü patronu Mehmet Varış Bey düzenli bir şekilde arayarak yeni bir yayın var mı diye sorar.
Geleceğe dair planlarınız nelerdir?
Yazma ile ilgili olarak soruyorsanız eğer kaybolan tüm değerlerimizi ortaya çıkarmak, kaybolmasının önüne geçmek isterim. Şehirle ilgili yayınlanan her bir kitap dünyaya yeni bir çocuğum doğmuş gibi mutlu ediyor beni. Emek verenlere, gayret gösterenlere teşekkür borçluyuz. Ben de bu uğurda elimden geldiğince bir şeyler yapmaya gayret gösteriyorum ve göstermeye de devam edeceğim.
Sizce yazar olmanın kaideleri nelerdir?
Yazar olmanın bir kaidesinin olduğunu sanmıyorum. Bilgi birikimi ve duyarlılık birleştiğinde kelimeler kendiliğinden dökülecektir. Anadolu insanı bu yönden zengindir. Okumamış olsa da hayat birikimi vardır. Belki eline kâğıt kalem alıp yazmamıştır ama içimizde çok fazla duyarlı insan olduğunun bilincindeyim. Birikimini ve duygularını bir ahenk ve sistem içerisinde kaleme aldığınızda adınız yazar oluyor. O birikimi ve duyarlılığı söze döktüğünüzde de ozan. Bir de sazınız varsa işte o zaman aşık…
Yazdığınız eserlerde “niçin yazdım” diye pişmanlık duyduğunuz oldu mu hiç?
Pişmanlık demeyelim de “erken oldu” dediğim oldu. Mesela Hafız Ali Efendi ile ilgili yaptığım çalışmaya bugün baktığımda çok eksiklerinin olduğunu görüyorum. Ama hiçbir zaman mükemmeli yakalamak da mümkün değildir. O çalışma yıllar önce onca eksikliği ile bir hizmet gördü. Hafız Ali Efendi isminin kalıcılığını sağladı. Üzerine çalışmalar yapılmaya başlandı. Zaten başlanılan o çalışmalar bizim eksikliğimizi ortaya koydu. Biz eksik olan çalışmayı yapmasa idik belki de bugün Hafız Ali Efendi hala birkaç yaşlının sohbetlerde anlattığı bir isim olmaktan öteye gidemeyecek, üzerine çalışmalar yapılmayacaktı. Bilemeyiz.
Sizin için değerli olan birisi için eser yazdığınız oldu mu?
Evet. Severek okuduğum ve düşünce yapımızın oluşumunda eserleriyle büyük katkı sağlayan Necip Fazıl Kısakürek üzerine yaptığım çalışmayı buna örnek olarak gösterebilirim.
Gençlere okumaları için hangi yazarları tavsiye edersiniz?
Öncelikler için isim verilebilir ama bence okumayı sevmektir temel olan. Ben henüz ilkokul yıllarında Tarkan, Kara Murat okumamış olsa idim sonraki yıllarda İhya okumaya, Sezai Karakoç okumaya belki de hiç ihtiyaç duymazdım. Onun için sadece okumayı tavsiye ediyorum. İyi bir okuyucu olunduğunda neleri okuması gerektiğini kendisi daha iyi ayırt edecektir.
Sizce Türkiye’deki okuma düzeyini yükseltmek için neler yapılmalıdır?
Okumanın önündeki engelleri kaldırmak ve okumayı sevdirici çalışmalar yapmak gerek diye düşünüyorum.
Yazar Serdar Yakar’ın yayımlanmış eserleri: “Memleketime Dair (Tarihi, Ekonomisi, Sosyal Yapısı ile Kahramanmaraş, Gönül Dostu Mehmed Zahit Koktu ve Bağlanma, Necip Fazıl ve Mücadelesi, Kurtuluşa Dair Üç Eser, Hayatı ve Mücadelesi İle Hafız Ali Efendi (Yıldırım Alkış ile müşterek), Yerel Yönetimlerde Alternatif Hizmet Sunma Yöntemleri, Kahramanmaraş’ta Ceridoğulları, İstiklâl Savaşında Maraş (Yaşar Alparslan ile müşterek), Âşık Durdu Mehmet Yoksul (Âşık Mahfuzî) Hayatı ve Şiirleri (müşterek), Âşık Mustafa Zulkadiroğlu Hayatı ve Şiirleri (Yaşar Alparslan ile müşterek), Dulkadir Beyliği Araştırmaları I-II (müşterek), Memleketime ve Şahsıma Dair Bir Hukuk Mücadelesi, Muhammed Kâmil Ağdaş (Bahçeci Hoca) Hayatı ve Şiirleri (müşterek), Maraş’ta Divanından Parça Kalmış Halk Şairleri (müşterek), Türk Edebiyatında Maraşlılar (müşterek), Şehir Târihi ve Coğrafya Kitaplarına Göre Maraş (müşterek), Maraş Meşhurları (müşterek), Muhtelif Cönklerden Maraş Halk Şâirlerine Âit Şiirler (müşterek), Elbistan ve Maraş’ta Dulkadir Oğulları Hükûmeti, (Arifî Paşa’dan, müşterek), Eski Maraş’ta Âlim Çıkarmış Âileler (müşterek), Dostozan (M.Hanifi Sarıyıldız) Hayatı ve Şiirleri, Maraş Milli Mücadelesinde Bayrak Olayı ve Aşıklıoğlu Hüseyin, Maraş-Fransız Harbi Belgeler-Hatıralar (müşterek), Şeref Turhan’ın Bütün Şiirleri, Maraş Milli Mücadelesinde Şeyh Ali Sezai Efendi, Kahramanmaraş’ın Öyküsü (Mahalle, Cadde, Bulvar, Sokak, Park), Kahramanmaraş’ta Sezai Karakoç Sempozyumu (müşterek), Maraş Milli Mücadelesinde Hüsameddin Karadağ, Maraş Milli Mücadelesinde Arslan Bey, İstiklâlden İstikbâle Bir Hayat Mücadelesi Ali Rıza Pişkin, Maraş Milli Mücadelesinde Önden Gidenler, Maraş Milli Mücadelesinde Uzunoluk ve Adil Bağdadlıoğlu, Ahmet Çıtak Hayatı ve Şiirleri, Milli Mücadele Kahramanlarımız, Kahramanmaraşlı Şair ve Yazarların Diliyle Abdurrahim Karakoç, Şiirin Başkenti Kahramanmaraş’ta Dolunay Esintisi ve Bahaettin Karakoç,
CAHİT ZARİFOĞLU’NUN MARAŞ GÜNLERİ
Erdem Bayazıt ile birlikte neşrettikleri günlük siyasi gazete “İnkılâp”ın son sayısına “Bitti” başlığını atıp “bu şehirden kaçmak zamanı artık” diye hükmünü veren ve 1961 yılı sonbaharında İstanbul’a kapağı atmış bir “kaçak”tır Abdurrahman Cahit Zarifoğlu…
O kaçış ki Zarifoğlu’nu sıradanlıktan koparmış “seçkin” bir kimse yapmıştır…
Sıra arkadaşlarının “Aristo”, Üstad Necip Fazıl’ın “Artist” diye tanımladığı o insanı “Bir Yunus Emre olmak isterdim” dediği yıllarda İstanbul’da tanımıştım…
Yazdıkları “anlaşılmaz şiirler” değildi… Yunusça idi yazdıkları…
Çocuklar için 1983 yılında ard arda yazdığı “Katıraslan”, “Ağaçkakanlar”, “Serçekuş” ve “Yürekdede İle Padişah” çocukların yanısıra büyüklerce de beğeni ile okunmuş, o yıllarda Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım Gülçocuk dergisi için yüz kitaplık bir çocuk kitapları projesi hazırlığına başlamıştı.
O çocukları ne denli seviyorsa çocuklar da onu o denli sevmekteydi doğrusu… Bu gerçeği en net şekliyle vefatının ardından özel sayı hazırlayan Gülçocuk dergisine gelen mektuplar göstermekteydi. O mektupların içerisinde öyle biri vardı ki anmadan geçmek mümkün değil…
İzmir’den yazan Gülçocuk okuru Şehnaz Begüm Can şöyle diyordu:
“Ölümün ne demek olduğunu ve annemin yokluğunu kavrayabildiğim günlerde çok yanmıştı içim. Çok ağlamıştım. Aynı şeyleri bir kere de Cahit abimizin ölümü üzerine hissettim. Babamın annem için ağladığını pek görmedim. Herhalde benden gizli ağlıyordu, beni üzmemek için. Ama Cahit abi için beraber ağladık, beraber Kur’an okuduk. Bilmiyorum onunla bir dostluğu var mıydı. Ama onu çok seviyordu ve bana ‘Onu iyi anla Şehnaz, o çok büyük bir adamdı’ diyor. Zaten ben Cahit abiyi Katıraslan’ı okurken bile çok sevmiştim.”
Onun şairliği ve düşünce dünyası üzerine çok yazılar, kitaplar, dergi özel sayıları, günler ve geceler düzenlendi. Bu yazının amacı ise onca kez anlatılanı bir kez daha anlatmak değil. Bu yazıda onun hayatında gizli kalmış olan Maraş günlerini, gazeteciliğini kendinin yazdıklarından yola çıkarak ele almak…
Baba tarafından Kafkas göçmenlerinden olan Cahit Zarifoğlu, 1 Temmuz 1940’da dünyaya gelir. İsminin başında bir de “Abdurrahman” vardır. Genel olarak kullanmadığı, saklı bir isimdir o. Oysa son şiirlerinden biri olan “Sultan”da Abdurrahman’a sarılır bırakmamacasına…
“Seçkin
Bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim”
der Abdurrahman Cahit Zarifoğlu.
Annesi Maraş’ın “köklü ailelerinden” Evliyazâdelerin kızı Şerife hanım’dır ve Niyazi Bey’in üçüncü eşidir.
Cahit Zarifoğlu doğduğunda babası Ankara Defterdarlığında memur olarak çalışmakta ve Hukuk Fakültesine devam etmektedir. Daha sonraları Hâkimlik ve Avukatlık da yapacaktır.
Ankara’da başlayan çocukluk yılları ve ardından Silvan, Baykam ve Siirt günleri…
Baba Niyazi Bey’in dördüncü evliliği aile içi huzursuzlukları da beraberinde getirecektir. Bu huzursuzluk Cahit Zarifoğlu’nu içine kapanık bir insan yaparken babaya karşı da “kötü” düşünceler içerisine itmiştir.
Bu kötü düşünceleri “Yaşamak”ta açığa vuracak olan Zarifoğlu şunları söyler:
“Efendi bana pek bakmadan ve ilgisizce pat diye benim kimselere söylemediğim kalbimin gizli sırrını söyleyiverdi: ‘baban hakkında kötü düşünme. Babaların hareketlerinde oğulların bilmediği hayırlar vardır’ deyiverdi.”
“Efendi” diye bahsedilen, Fethi Gemuhluoğlu’nun bürosunda ilk kez karşılaşılan ve adından bahsedilmeyen bir gönül eridir. Bu olayın ardından Cahit Zarifoğlu’nun kalbindeki “kötü” düşüncelerin yok olduğunu ve babasına karşı büyük bir saygı gösterdiğini bilmekteyiz.
1955 yılında Maraş Lisesine kayıt yaptıran Cahit Zarifoğlu; Erdem Bayazıt, Alâeddin Özdenören, Rasim Özdenören, Ali Kutlay, Hasan Seyithanoğlu ve bilahare Akif İnan’la aynı sıraları paylaşır.
Mahalli gazetelerde kültür sanat sayfası hazırlanması geleneği de bu dönemde başlamıştır.
Ve bu dönem, aynı zamanda gençlik buhranlarının doruk noktaya çıktığı dönemdir.
Şu cümleler kendi el yazısı ile yazdığı bir mektuptan:
“Bugün ayın 30’u. Zehir kusuyorum. İnsanın kendi kendini masaya koyup yemesi mümkün olsa…”
“Abi” diye hitap ettiği Vali Orhan Akbay’a yazdığı mektup da ise şöyle demektedir:
“Değerli Abiciğim;
Çıkmaza girmiş, hiçbir çaresi kalmamış bir insan olarak size başvurmaya karar verdim. Hikayeyi nereden ele alacağımı kestirmiş değilim. İki şekilde anlatmak kabil. Birincisi şu: (kısaca, açıkca ve terbiyesizce) Liseden takıntım var. Dün imtihana girdim iyi gitmedi. Kağıtlar henüz okunmadı. Geçecek ve diplomayı alacak bir not vermelerini temin etmeniz.
Bunu böyle söyleyince hikayeyi hatta daha uzatarak, hiçbir tarafını eksik bırakmadan anlatmak şart oluyor. Ne yazacağımı şaşırıyorum. Hikayeyi mi anlatmak, size niçin yazdığımı mı anlatmak, ne durumda olduğumu ya da olacağımı mı kestiremiyorum.”
On sayfayı aşkın ve el yazısı ile yazılmış bir mektup bu…
Vali Orhan Akbay’ın bu mektubu okuyup okumadığını, okudu ise nasıl bir tepki verdiğini ise bilemiyoruz.
Mustafa Özer’in sahipliğini, Adil Erdem Bayazıt’ın mesul müdürlüğünü, Cahit Zarifoğlu’nun ise genel neşriyat müdürlüğünü yaptığı günlük siyasi gazete “İnkılâp” ilk sayısını 30 Ağustos 1960 tarihinde neşreder. Başlığın en başında “İnkılâbı seven yayar” ibaresi yer almaktadır. İlk sayının manşeti ise; “30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun” şeklindedir. Bu ilk sayıda “İnkılâp Bir” başlığı altında Zarifoğlu gazete ile ilgili şu bilgileri verir:
“Kentimizde gazete sayısı İNKİLÂP’la bir daha arttı. Bu gazetelerin ne amaçlarla kurulduğu, çıkan gazetelerin amaçlara cevap verip vermediği bir yanda dursun. Şimdiye kadar kentin ya da yurdun yararına esaslı bir amaç güdüldüğünü zannetmiyorum ben. Güdülmüşse bile bu kısa bir zamanda kişisel yararlar önünde ezilmiş, unutulmuş… Bu bir yana. Sözünü etmek istediğim bir olay da şu. Gazetelerin okunmayışı. Ne yazık ki günlük gazeteler ancak dallı budaklı cinayet haberinden haberine, ya da sırf bazı kişilerin gizli taraflarını öğrenmek, ona buna duyurmak, dedikodu yapmak için şahsi isnatlardan isnatlara istekli okuyucu bulmaktadır. Bu, okuyucuların gazeteye gösterdikleri acınacak ilginin realitesi… Belirttiğim gibi zaten gazeteler kendilerini kabul ettirememişler okunmaya layık değiller. Geçelim.
İnkılâp iyi niyet iyi amaçla çıkıyor.
Bu İnkılâp’ın ilk sayısı, benim de burda ilk yazım. İnkılâp çıkış amaçlarını unutmadığı müddetçe burada yazacağım. Hemen şunu da söylüyorum. Ben, bu kentte ve her kentte şahsi yararlar ön safa alınmadan bir gazetenin yaşıyacağına inanmıyorum.”
Günlük siyasi gazete İnkılâp’ın 2. sayısı 3 gün gecikme ile 3 Eylül tarihinde neşrolunur. Cahit Zarifoğlu’nun yazısının başlığı ise; “Bu Şehri Mer’aş”tır. Derdi bizim derdimiz.
“Bu şehrin gazetelerinde yazmış veya yazmaya başlamış her kişinin elini, dilini attığı bir konu da Maraş konusu. Bu şehrin şöyle dört başı mamur nasıl adam olacağı konusu.
Ben bu konuda az yazmadım. Doymamış olacağım ki tekrar ele alıyorum. Şimdilik bir giriş yapıyorum. Yazacaklarım üç kısımda toplanacak. “Bu şehir a-niçin kalkınmadı, b-niçin kalkınmıyor, c-niçin kalkınmayacak ya dâ niçin kalkınmalı” gibi. Geçelim.
Bu şehir nasıl kalkınacak, bu, aydın her Maraşlının kendi kendine sorduğu bir soru. Biz gazeteciler ise bu konuda biraz ilerde olur. Bunun münakaşasını yaparız. Ama olay hep nazariyatta kalır. Kalkınma yolunda müsbet en ufak bir değer ortaya konulmamışken kuru-boş sözler, en hararetli tenkitlere maruz kalır. Sonunda nerden girilip nerden çıkıldığı karıştırılır ve susulur. Susan susmak zorunda kalan kafalar bir köşeye çekilir ve kalkınmış Maraşı hayal etmeye başlar. Yollar apartmanlar, yollar apartmanlar. Ve kılıklı medeni insanlar. Bu medeni tabirli insanlar, sırf kılık olarak düşünülür. Esas, kafa olarak kalkınmış bir topluluk değil, fakat kılık olarak kalkınmış, daha doğrusu düşünülen güzelim yollara, apartmanlara kendini kılık olarak ayarlamış insan kümeleri.”
Zarifoğlu “Bu Şehri Mer’aş”ın son paragrafında ise şu görüşlere yer verir:
“Maraş nasıl kalkınacak demiyorum da Maraş kalkınacak mı diyorum. Yani kalkınma bu şehrin kaderinde var mı yok mu? Benim merak ettiğim bu. Bunu bir bilsek, bir bilsek dimi, bir bilsek, şu vezirlikten kurtulsakta hayal kurmanın şöyle padişahı olsak…”
Cahit Zarifoğlu’nun İnkılâp’taki mücadelesi 213 sayı devam eder. Anketler düzenler, Valiye açık mektuplar yazar… 213 sayı sonra ise vardığı yer “Bitti” olur. 12 Haziran 1961 son sayının yayınlandığı tarihtir. Bu sayı ile birlikte bir de sanat eki verilir. Cahit Zarifoğlu’nun bir hikayesi ve Adil Erdem Bayezit’in bir şiirinin yer aldığı fikir-sanat ekinde Zarifoğlu’nun “Bitti” yazısı da yer almaktadır.
“Bu şehir, bu dertler bizimdi. Kendi hesabımıza sorumluluk duyuyorduk, elimiz kalem tutuyordu. Boş duramazdık, hiç denecek kadar az olan imkanlarımıza aldırmadık. Kaleme şevkle heyecanla sarıldık.” Diye başlayan Zarifoğlu şikayetlerini ardı ardına sıralar.
“Gel zaman git zaman böyle oldu işte. Gazete tek başıma bana kaldı. Tasalar arttı, destekler tükendi. Maddi yokluklar içinde çabaladık. Kağıt çoğu zaman bitti. Kağıt için gittik onu bunu dolandırmaya kalktık. Veresiye kağıt aldık, üç gün sonra veririz parasını dedik, aylarca vermedik. Mürettipler para alamadıklarında, gazeteyi, bizi yüzüstü bırakıp gittiler. Kolları sıvadık, bu işi biz yapalım dedik, yaparız dedik, yaptık. Çoğu gün cebimizde sigara parası olmadı.. Aldırmadık. Tek kelime ile dayandık..”
Şikayetler bildik şikayetlerdir. Ve son cümle bu kentin kaderidir sanki…
“Bu şehirden kaçmak zamanı artık.”
Ve bu karar bir kaçışın ve bir varoluşun öyküsüne kapıları açar. İlk şiir kitabı “İşaret Çocukları” 1967’de yayınlanır. Ardından “Yedi Güzel Adam”, “Menziller” ve “Korku ve Yakarış” gelir. Hikayeleri “İns” adıyla 1974’de kitaplaşır. Kitaba girmeyen defterlerde kalan birkaç kitaplık daha hikayesi vardır aslında. Mavera dergisinde “Yaşamak” adıyla yeni bir tür dener. Kimilerinin öykü, kimilerinin şiir, kimilerinin günlük dediği “Yaşamak” 1980’de kitaplaşır. Ahmet Sağlam adıyla gazetelerde fıkra muharrirliği yapar. Ardından çocuk kitapları… Ve Afganistanda devam eden milli mücadeleye destek bağlamında “Savaş Ritimleri” romanı…
Ve tamamlanmayan dosyalar.
7 Haziran 1987 ise dosyaların dürüldüğü gün.
ÖNDEN GİDENLER
Onlar önden gidenlerdi…
Memleket tehlikede ise gerisi teferruattı…
Vatan göreve çağırmışsa ev de yakılırdı ocak da…
Öyle de yaptılar…
Bir zamanların cihan devleti Osmanlı yenik sayılmış, askerinin elinden silahı alınmış, Anadolu işgal edilmişti…
Dualı ağızlar “sabır, sabır” diyordu gözyaşları akıta akıta…
Sabrın da bir sınırı vardı.
İngiliz işgaline sabreden Maraşlı Fransız’ın daha ilk günlerde ortaya koyduğu icraatlarına bakarak sabır bardağının taştığını görüyordu.
Kadının peçesine uzanan el anında kırılmıştı. Çakmakçı Said şehitti, Gaffaroğlu Osman ve Taha yaralanmıştı ne çıkar. Sütçü İmam yetişmiş ve dersini vermişti düşmanın…
Bu millet fert fert her biri bir Sütçü İmam’dı.
Sabır diyen diller artık sabrın kâr etmeyeceğinin bilincine ermişti.
İşte aslan gibi Arslan Bey mevkii, makamı bırakmış vatan diyordu. Şeyh Ali Sezai Efendi, Evliya Efendi, Hacı Bekir Sıtkı, Vezir Hoca ve daha niceleri vatan uğrunda birlik olmuştu.
Bayazıtzâde Zafer ve Muharrem Bey, Nedirli Cennet Ali, Molla Mehmet (Karayılan) silaha çoktan sarılmıştı…
21 Ocak 1920’de başladı şehiriçi çatışmalar. Kılıç Ali, Yörük Selim yetişti ardından ve düşman 21 günün sonunda kaçacak delik arar oldu.
12 Şubat Maraşlıya bayramdı artık…
Onlar her biri bir destan oldu…
Onlar önden gidenlerdi…
Şehidiyle gazisiyle her birini rahmetle anıyor ellerinden öpüyoruz, o günlerin bir daha yaşanmaması dilek ve arzusu ile…
Ruhları şâd olsun.