Büyük Birlik Partisi Olarak Türkiye Ekonomisinin Temel Sorunları ve Çözüm Önerilerimiz
Dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu şu nahoş dönemde bu sürecin kısa ve mümkün olduğunca az sıkıntıyla atlatılmasına ilişkin tespitlerimiz ve çözüm önerilerimizi kamuoyu ile paylaşmak isteriz.
Yüksek Enflasyon ve Yüksek Faiz Sorunu
Türkiye’nin çok uzun bir süredir yüksek enflasyon sorunu var. Yüksek enflasyonun varlığı faizlerin de yüksek olmasına yol açıyor. Enflasyon sorunu döneme bağlı olarak farklı nedenlerden kaynaklanmakta olsa da maalesef ki çözülmemiş bir şekilde tepemizde demokles’in kılıcı gibi durmaktadır.
Son birkaç yılda enflasyonun temel nedeni TL’nin yüksek dış değer kaybı yaşamasıdır. Türkiye’nin üretimde kullandığı girdilerin (hammaddeler, ara malları ve makine teçhizat gibi sermaye malları) önemli bölümü ithal edilmektedir. Bu sebeple TL’nin yabancı paralara karşı değer kaybı bu girdilerin pahalanmasına ve dolayısıyla da üretim maliyetlerinin yükselmesine yol açmaktadır. Üretim maliyetleri yükselince de ister istemez bu artışlar fiyatlara yansımakta ve enflasyona sebep olmaktadır. TL’nin değer kaybı süreklilik gösterdikçe enflasyon da süreklilik sergilemesinden doğal bir şey yoktur. Enflasyon yükseldikçe faizin yükselmesi de kaçınılmazdır.
Bu sorunu çözmenin ilk yolu TL’nin değer kaybını önlemektir. Türkiye bunu 2003-2010 döneminde başarmıştır ve bu tecrübeye sahiptir. Bankacılık reformu, kamu mali disiplininin sağlanması ve AB ile tam üyelik müzakeresi ülkenin riskleri düşürmüş ve kredi notu yükselmiştir. CDS primi düşmüştür ve azalan riskler ekonominin toparlanmasına olumlu katkı vermiştir. TL’nin değer kaybı durulmuş, enflasyon düşmüş, faizler inmiştir sonuçta. Bu birikim gözardı edilmemeli aksine çok dikkate alınmalı ve ülke geleceği için değerlendirilmelidir.
İşsizlik Sorunu
Türkiye ekonomisinin 2001 krizi sonrasında önemli sorunlarından birisi yüksek oranlı işsizlik olmuştur. 2001 krizine kadar yüzde 7-8 arasında oluşan işsizlik oranı krizle birlikte iki haneye yükselmiş ve bir daha da eski seviyesine inmemiştir. TÜİK verilerine göre yüzde 12-13 arasında gerçekleşir olmuştur. Burada bahsettiğimiz resmi işsizlik oranıdır. Bir başka ifadeyle bilgilerin toplandığı son 4 haftada işsiz olup da iş arama kaynaklarına başvuranların işsiz olarak değerlendirilmesiyle oluşan orandır bu. Ve bu işsizlerin sayısından daha fazla sayıda insan işsiz olduğu halde son 4 hafta içinde iş arama kaynaklarına başvuruda bulunmadığı için işsiz kategorisine dâhil edilmemektedir. Hakikatte bunlar da işsizdir. Bunları da katarak bakarsak geniş işsizlik oranı denilen bir oran çıkıyor karşımıza ki bu oran yüzde 27 dolayındadır. Türkiye’nin gerçeklerine en uygun olan tanım bu tanımdır. Yani gerçek işsizlik oranı yüzde 27’dir.
Güneşe gözünü kapatmakla ancak kendine karanlık yaparsın dünyayı.
Hakikatler net olarak ortaya konmazsa bulunacak çözümler çare olmaz dertlerimize. % 27’lik oran çok yüksek bir orandır ve ivedilikle bu sorunun çözülmesi gerekmektedir.
Bu sorunun çözüm yolu da büyük ölçüde riskleri düşürüp doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını Türkiye’ye çekerek üretimi ve ihracatı artırmaktan geçmektedir.
Açık Vermeden Büyüyememe Sorunu
Türkiye ekonomisinin bir başka sorunu çok uzun zamanlardan beri açık vermeden büyüyememektir. Türkiye ekonomisi ya bütçe açığı ya da cari açık vererek büyüyebilen bir ekonomidir. 2001 krizine kadar tercih bütçe açığı vererek büyümekti. Kamu kesimi gelirinden fazla harcama yaparak (farkı da borçlanarak) ekonominin büyümesine öncülük ediyordu. O dönemlerde bütçe açıkları GSYH’nin yüzde 10’u dolayındaydı ve 2001 krizi sonrasında kamu mali disiplini çerçevesinde bütçe açıklarının düşürülmesine girişildi. Bütçe açıkları neticede oldukça azaltıldı. Bu defa da özel sektör açık verip borçlanmaya ve cari açığı yükseltmeye başladı.
Türkiye aslında dünyadaki birçok ekonomi gibi ikiz açık (hem bütçe açığı hem de cari açık) veren bir ekonomidir. Her iki açığın da yüzde 2-3 dolayında olması ya da birinin yüzde 2 diğerinin yüzde 4 olması fazla sorun yaratmaz. Sorun yaratan her iki açığın da bu oranların üzerine çıkmasıdır. Misalen bütçe açığı yüzde 3-4 ve cari açık da yüzde 4-5 ise o zaman sonraki döneme devredilmiş sıkıntılar ortaya çıkmaya başlamaktadır. 2020 yılsonu itibarıyla Türkiye’nin bütçe açığı yüzde 3,5, cari açığı da yüzde 5 olarak gerçekleşmiştir.
Bir diğer ifadeyle ikiz açığın ikisi de sorunsuz yönetilebilir oranların üzerine çıkmış bulunmaktadır.
Bu sorun 2020 yılında büyük ölçüde Covid-19 salgınıyla ortaya çıkmış bir sorundur ve ne var ki bu sorun 2021 yılının en azından ilk yarısında devam edecek gibi durmaktadır.
Yüksek Risk Sorunu
Türkiye yalnızca ekonomik açıdan değil sosyal ve siyasal açıdan da yüksek riskli bir ülke. Risklerin yüksekliğini ölçmekte kullandığımız iki ölçü var: İlki kredi ölçüm kuruluşlarının yaptığı ülke kredi değerlemesi ve buna göre verdikleri notlar. Bu notlar AAA’dan (en iyi) başlıyor F’ye (en kötü, batık) kadar iniyor. Bu sıralamada BBB yatırım eşiği olarak kabul ediliyor. Bu notun altındaki dreceler spekülatif (yüksek riskli) derece olarak görülüyor. Türkiye’nin kredi notu üç büyük kredi derecelendirme kurumu olan Moody’s’den B2, Standard and Poor’s’dan B+ ve Fitch’den BB-.
Bir başka ifadeyle Türkiye kredi derecesi olarak üç kurumda da yüksek riskli ülke olarak değerlendiriliyor. İkinci ölçü CDS primi. Türkiye’nin CDS primi uzun süredir 300’ün üzerindedir. CDS primi 100’ün altındaki ülkeler düşük riskli, 100–200 arasındaki ülkeler orta riskli, 200-300 arasındaki ülkeler yüksek riskli, 300’ün üzerindeki ülkeler ise aşırı riskli kabul ediliyor.
CDS primi ülkenin borçlanma kâğıtlarının maliyetini belirlemektedir. Risk ne kadar yüksekse faiz de o kadar yüksek olmaktadır.
BBP olarak Önerilerimiz ve Çözüm Yolu
Denenmişi denemeye gerek yoktur artık.
Türkiye, bugüne kadar bu sorunları çözme girişimlerine hep sonuçtan; enflasyonu, hatta ondan önce faizi düşürmeye çalışarak başlamıştır.
Bu girişimlerinin karşılığında bazen kısa vadede iyi yanıtlar alır gibi olunca da yöneticiler sorunun maalesef ki bu yolla çözülebileceği yanılgısına kapılmışlardır. Bu, yeni bir yanılgı değil. Yöneticiler değişse de aynı yanılgı uzun yıllardır tekrarlanmaktadır.
Bu yanılgı, yöneticilerin, risk yaratan yaklaşımların kendi kararlarından doğduğunu kabul edememelerinden kaynaklanmaktadır.
Neden yerine sonuçtan çözüme gitme yaklaşımıyla enflasyonda kısa süreli düşüşler gerçekleşmişse de bu olumlu sonuçlar vade uzayınca kaybolmuştur.
Bir başka ifadeyle Türkiye bu olumlu havayı sürdürememiştir. Çünkü riskler ortadan kalkmamış, azaltılamamış hatta artmıştır.
Bir başka ifadeyle sonuçtan giderek sebebi çözmek mümkün olmadığı gibi risklerin de artmasına yol açılmıştır.
Riskleri ortadan kaldıramadığınız ya da en azından azaltamadığınız bir ortamda çözümler hep geçici olmaya mahkûmdur.
O nedenle Türkiye’nin kesin çözüm elde edebilmek için sonuçtan değil nedenden yola çıkarak riskleri kaldıracak ya da azaltacak adımları atması gerekiyor.
Sivrisineği öldürmek çözüm değildir, Bataklığı kurutmak esastır.
Bunun da yolu komşularla sorunları çözmeye çabalamak (bu yolda çaba göstermek bile yeterli olabilir), demokrasiyi geliştirmek, hukukun üstünlüğünü hayata geçirmek gibi adımlarla sağlanabilir.
Bu adımlar atılabilirse Türkiye’nin CDS risk priminin ciddi biçimde düşeceğini düşünüyoruz.
Risk primi düşerse TL’nin yabancı paralar karşısında hızlı değer kaybı önlenebilir ve dolayısıyla enflasyon da denetim altına alınabilir.
Enflasyonda düşüş başlamasıyla faizler de düşüşe geçer.
Özetle söylemek gerekirse bugünkü ekonomik sıkıntıların çoğu aslında ekonomik olmayan nedenlerin yarattığı risk artışından kaynaklanıyor. O nedenle çözüme de oralardan başlamak zorundayız.