Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız? Ahmet Süreyya Duran kimdir?
1954 doğumlu olup Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesine bağlı Nadır köyünde dünyaya geldim. İlkokul, orta, lise ve imam hatip lisesinden sonra yüksek öğrenimimi tamamladım. İki dönem, bir siyasi partinin İskenderun ilçe başkanlığını yaptım ve uzun süre Akdeniz Bölgesi Basın Ajansı olarak çalıştım. Bazı gazetelerde belgesel araştırmalarımın yanında, kültürel makalelerim yayımlandı. Genellikle iç ve dış gezilerimle ilgili yazılar kaleme aldım ve röportajlar aktardım. Daha sonra belirli aralıklarla köşe yazarlığı icra ettim. Aynı şekilde Anadolu’nun muhtelif yerlerinde çıkan birçok mahalli gazetelerde de yazdım sürekli. Haricen; Mizah, Milli Mücadele, İttihat, Somuncu Baba, Kültür-Sanat, Bengisu, Mefkûre gibi edebiyat dergilerinde şiirlerim neşredildi ve bazı eserlerim bestelendi. Aynı zamanda, bu dalda birçok ödüller aldım.
Afşin Belediyesi Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü görevinde bulundum ve bu süre içerisinde makalelerimi bir müddet müstear isimle yazdım. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde ayak bastığı yerlerin tümünü istisnasız dolaştım. Bu hususta geçmişe ışık tutacak geniş ölçüde resim arşivine sahibim. Ayrıca, taekwondo milli hakemiyim ve sporla iç içe yaşamaktayım. Spor adeta hayatımın vazgeçilmezidir. Sosyal faaliyetlerimin dışında, hat sanatı ve Osmanlı arşivi üzerinde çalışmalarım mevcuttur. Hayata bakış açımın ve felsefemin tarifi, yazdığım şu dörtlükte saklıdır.
KIZILÖTESİ
Mayın tarlalarında gül derme arzusuyla,
Düşman bildiklerime gül verme arzusuyla,
Yaşamak istiyorum savaşsız bir dünyada;
Namluların ucunda gül görme arzusuyla.
Şiirle tanışmanız ve yazmanız ne zamandan beri devam ediyor?
Rahmetli dedem hanedan birisiydi. Misafir odasına gelen çok yönlü misafirlerin anlattıklarından etkilendiğimi düşünüyorum. Genellikle yöre âşıkları ki bunlar, irticalen atışmalar yaparlardı. Saz çalıp türkü söyleyenlerin yanında hikâye anlatanlar da olurdu.
Babam, dedemin odasında uzun kış geceleri nazımla cenk kitapları okurdu ve ayrıca iyi bir türkücüydü. Yöremizde Kadayıfçı Durmuş’tan sonra babam gelirdi türkü söylemede. Rahmetli Kadayıfçı Durmuş tekdüze söylerdi, fakat babam; her daldan ve her telden söylerdi. Üstelik orta ölçekte şairdi de. Bazen beni şiirle mindere davet ettiği de olur elan. Yalnız ana tarafından dedemin şiirleri daha bir okunasıydı. İşte bu atmosfer içerisinde yetişmemden dolayı şiirle perçinleştim ve kaynaştım diyebilirim.
Sizi şiir yazmaya yönlendiren birisi oldu mu?
Konya’da okurken dört buçuk ay bir mahkûmiyetim söz konusuydu. Orada şiir yazmaya uğraşırken; her konuda otorite sayılabilecek Ahmet Necati Aksaray adında bir kişi vardı. Aynı zamanda çeşitli gazetelerde muharrirlik yapmış, birkaç dil bilen, aydın birisiydi. Hocaydı üstelik, bir gün ne yazdığımı merakla şiirlerimi görmek istedi. Verdiğimde, benim yazdığıma inanmadı ve “Bunlar hangi şaire aittir?” diye sordu. Çünkü kendisi de şairdi.
Tabii on altı yaşındaydım o zaman. İnanamayışı, şiirlerimi yaşımla orantılı görmeyişinden kaynaklanıyordu. Zamanla benim yazdığıma kanaat gelince şiirlerimin; o yıllarda çok okunan dergilerde yayınlanmasına vesile oldu ve beni şiir kulvarında büyük ölçüde kamçıladı. O gün bu gündür şiirle iştigal etmekteyim.
Şiirlerinizde genel olarak işlediğiniz konular nelerdir?
Yazdığım şiirler genellikle siyasi ve sosyal içeriklidir. İroniyle karışık hicvetmeyi seviyorum. Tabi bunda siyasi iradelerin payı büyüktür. Tarih çerçevesinde eyyamcı (oportünist) siyasi iradelerin şairler üzerinde, kalıcı ve olumsuz etkileri bir vakıadır. Yiğitçe haykıranlar, belirgin makamları her türlü korkudan azade bir şekilde hicvederken, dalkavuk tabiatlılar; eğilerek, el-etek öperek methiyeler dizmişlerdir mevcut otoriteye. Allah’a çok şükür benim böyle bir şiirim yoktur.
Şiirlerim, salt yergi mahiyetinde değildir elbette. Güzeller ve güzellikler manzumesine dair şiirlerim daha çoktur. Bilhassa doğa eksenli, varoluş eksenli şiirlerim revaçtadır. Keşke hep güzelliklerle kalsa insanlığımız… Keşke hep güzellikleri kuşanabilsek, yaşayabilsek… Ama maalesef, kısırdöngülerin dar çemberinde oyalanıyoruz böylece.
Peki, hicivli bir dörtlük okumanız mümkün mü?
Gayet tabi. Ezberim zayıftır, ama kitaptan bir dörtlük okuyayım bari.
SİYASİ KANAAT
Şu çağdaş despotlar, neronlar olmasaydı.
Kan içici vampirler, şaronlar olmasaydı.
Terazisi, dengesi bozulmazdı dünyanın,
Kıtaları kuşatan baronlar olmasaydı.
İyi bir şair nasıl olmalıdır sizce?
Şair, statik düşünmemelidir. İcabında beyninin usaresini emerek üretmelidir. Başkalığı olmalıdır şairin. Farkını, her konuda fark ettirmelidir. Suya sabuna dokunmayana ben şahsen adam da demem, şair de… Şair; filozofça düşüncenin, belleklere kazınan imzanın, kamuoyu nezdinde hoş seda bırakacak her eylemin yansıması demektir. Şair, büyük düşündüğü ölçüde şairdir. O, dar kalıplara sığmamalıdır asla.
Şairin toplumdaki görevi nedir?
Bir başka açıdan söylemem gerekirse şair; radar konumundadır ve görsel bazda döner başlıklı tarayıcıdır. Görevi, toplumun hissiyatını ve değer yargılarını iyi okumaktır, iyi mütâlâa etmektir. Münferit ve yüzeysel davranışların ırağında tutmalıdır kendini. Uyarıcılık mekanizmasının çark ve dişlilerini iyi çalıştırmalıdır ve iyi bileylemelidir. İlla velâkin ilk önce şairliğin vasıflarını taşımalıdır üzerinde. Şair, ne işportacıdır ne de ucuz işporta malıdır şiir. Kıymeti harbiyesi olmayan şairin, şiirleri de ona mümasildir.
Bakıyorum da bazı şair geçinen zevatlara, adeta şiir pazarlıyor. Şiir pazarlanmaz, şiir okunur sadece. Yeter ki şiir olsun. Ama bazıları, “şiir” diye ne kadar afara (harman yerindeki kalıntı) varsa dolduruyor çuvala. Şiir bu değil kardeşim dediğinizde güceniyorlar. Oysa şiir başlı başına bir sanat dalıdır. Şair ise parmak sayısı kadar azdır benim nezdim de. Öyle, “ben yazdım oldu” mantığıyla ne şair olunur ne de şiir yazılır. Yazıldığındaysa kendisinden başka kimse okumaz o şiiri. Ezcümle kendi çalar kendi oynar. Veyahut da avunur durur oyuncaklarıyla.
Gününüzü nasıl geçirirsiniz, neler yaparsınız?
Nasıl beyan etmeliyim ki? Bir kere kahvehane kültürüm yok. Sigara tiryakiliğim yok. İçki kullanmam. Ticaretten ve paradan anlamam. Hercai değilim. Programlanmış ve standart bir yaşantım mevzubahistir. Kafa dengi bir arkadaş bulursam şayet, dünyayı potaya kor eritirim birlikte.
Şiir olsun, nesir olsun yazdıklarımdan mütevellit, sistematik bir okuyucu grubum vardır. Onların mesajlarına ve genellikle hal-hatır sormalarına cevap veriyorum kısaca. Osmanlıca yazıyorum ve bol kitabe okuyorum. Genellikle de tarihi mezar taşlarını okumaya bayılıyorum. Günlük tutuyorum çoğu kez. Haftada bir mesire yerlerine gidiyorum. Artı, fırsatım ve gücüm nispetinde geziyorum Anadolu’yu. Hüzün seanslarım vardır, gecelerin koynunda ve el-ayak çekildiğinde… Varoluş gayemi düşünmekteyim.
Şu anda hazır hale getirdiğim kitabımı çıkarmanın telaşındayım. Bazı rötuşları kaldı düzelti olarak. Biraz önce de belirttiğim gibi spor vazgeçilmezimdir. “Yorulmak” sözcüğü literatürüme henüz girmemiştir çok şükür. Depara kalkmış küheylanlar gibiyim. Dağ, dere, tepe demez; erinmeden dolaşırım nitekim. Bilirsiniz ya hani, bir deyim vardır yöremize has. “Kör gidiyor, yol gidiyor!” şeklinde. Eh, bizimki de aynısıdır işte! Gidiyoruz, yol nereye kadarsa?
ESERLERİ:
-Muzır İkili (hikâyeler),
-Denemeler (edebiyat seçkisi),
-Şafak Taarruzu (şiirler),
-Üç Değirmenin Ötesi (Hikaye – 2013)
“Yalaka Üretim Merkezi” adlı eseri ise basım aşamasındadır.
ANADOLU KADINI (ANNEM)
O, cefakâr Anadolu kadını!
Ve adı üstünde: Anadır annem
Bilirim, sarsılmaz itikadını
Çünkü doğruluktan yanadır annem
Ölçülmeye gelmez, büyüktür çapı
Sevgiye açılan bir ulu kapı
Merhamet mülkünde en muhkem yapı
Esas koruyucu binadır annem
Güldükçe, gül açar yüzünde renk renk
Ondadır teennî, ondadır âhenk
Sayfalar dolusu kitaplara denk
Mücerret, mukaddes mânadır, annem
Yürüyende, eşkin kır ata benzer
Azimde, sabırda Ferhat’a benzer
Hıçkırışı; Dicle, Fırat’a benzer
Mahzun çağlayışlı Tuna’dır, annem
Kader, bükmüş olsa bile belini
Daha saklar duvağının telini
Köyün umur görmüş, saygın gelini
İsmiyle müsemmâ Suna’dır annem
Hizmet limanında bir sessiz gemi
Körün kılavuzu, kelin merhemi
Hastanın sayrının; ilacı emi
Yetimin saçında kınadır, annem
O, başlı başına murakabedir
Ve o, bir sırattır, bir akabedir
Mecazî anlamda, kutsal Kâbe’dir;
Safa’dır, Merve’dir, Mina’dır, annem
“Hanım Ana” derler, saygı gereği
Belli ki, toplumun çarpan yüreği
Hakkın rızasıdır, bütün ereği
Hasletlerle dolu rânâdır, annem.
DENİZLERİN SIRRI
Engin denizlerin mavi suları,
Dalgalanır, öfke ile köpürür,
İçte berraklığın saf duyguları,
Dıştaki pisliği siler, süpürür.
Engin denizlerin mavi suları.
Çırpınır dört mevsim durduğu yerde,
Alemi sükunu bir hicran bürür,
Vecde gelir inler, vakti seherde,
Koynunda hu çeken yunuslar görür,
Engin denizlerin mavi suları.
Ah! “minel aşk” ile kaynar derinden,
Sevda ikliminde sonsuza yürür,
Cezbeye kapılır oynar yerinden,
Çarpar kıyılara bağrını sürür,
Engin denizlerin mavi suları.
ÜÇ DEĞİRMEN ÖTESİ
Anacığının komşulardan ödünç aldığı un bitmişti. Artık yüzü kalmamıştı istemeye. Utanıyordu. Köy yerinde daha gelin denilebilecek bir yaşta olmasına rağmen erken çökmüştü kadıncağız. Süklüm püklüm bir hâldeydi adeta.
Kerpiç evlerinin dulda kısmında, elini duluğuna koymuş düşünüyordu. İçliydi ve dokunulsa hemen ağlayacaktı. Kolay değildi babasının kahrına ve gazabına katlanmak. Bu kapıya gelin geldi geleli bir güngörmüşlüğü söylenemezdi. Küçük kardeşi Tahir, Serkan’ın yanına sokularak; “Abe n’oldu anama?” dedi mahzunca. “Heç.” dedi Serkan kısık bir sesle; “Ekmeemiz bitmiş de…” Ağabeyinin yanından yavaşça ayrılarak anasının dizinin dibine sessizce çömeldi ve kendi hâlet-i ruhiyesiyle kurduğu cümlesini fısıldadı: “Ana, ben daha acıkmadım ki! Melikemiz de uyuyo daha, o da acıkmadı. Üzülme n’olur!” Anacığı, patlamaya hazır volkan misilli birden harlandı ve yüreğinde çakan şimşek kıvılcımları gözyaşlarına dönüştü ve de uzun süre aktıkça aktı. Hıçkırıklar eşliğinde akan gözpınarlarını eskimiş al fistanının kenarıyla silip kuruladıktan nice sonra; “Serkanııım!” diye ünledi: “Hadi oolum, gediver de Zeynep Teyze’den beş tene ödüç ekmek al da gel!” Ses tonu müşfikti Şehriban gelinin. Velâkin yine de ağlamaklıydı. Başı öne eğik bir vaziyette avlu kapılarını çaldı Zeynep Teyze’nin. Yutkunarak zor da olsa; “Anam beş tene ödüç ekmek istiyo.” diyebildi nihâyet. Avlunun bir köşesinde baltasını bileyen Koca Kasım dikkatini yüklenerek; “Zeynep! Gar’oğlan ne istiyo gene?” biçiminde sordu. Zeynep Teyze kocasını yarı kızgın bir tavırla sorgulamakta gecikmedi: “Bre Goca Gasım, sus allasen! Elin garip eksiine ne deyin sebep oldun ki?”
…………
Koca Kasım’ın pişmanlığı yüzünden okunuyordu. Vaktiyle anasına dünür gidildiğinde referans kabul edilmiş kız tarafınca. Asker arkadaşı olan dedesine babasından ötürü; “Eyi oolan, dürüs deligannı. Zarar gelmez.” diyesiymiş. Dolayısıyla pişmanlık duyması bundandı Koca Kasım’ın. Sâkin ve savunmasız bir içgüdüyle Zeynep Teyze’ye karşı; “Haklısın hatun.” diye mırıldandı sadece. Anasının belirlediği sayıyı saymayarak bir kavram yufka ekmeği Serkan’ın eline tutuşturan Zeynep Teyze babasına yönelik söyleniyordu: “Gör ki hangi köyde düğün guvalıyo kim bilir?”
Garip anacığı, tarhana çorbasına gevrek ekmek doğramacı yaparak karınlarını doyurmuştu ya, kendisi bir lokmacık olsun yememişti. Yememesi şurada dursun yavrularına çaktırmadan hâlâ ağlıyordu gizlice. Serkan, ilkokul beşinci sınıfa başlayacaktı bu sene. Birçok şeyin farkındaydı artık. Ama Tahir ile Melike’nin olup bitenler karşısında; akılları pek ermiyordu henüz. Yaz tatili girdiğinde babası çırak vermişti onu. Köylerinde, Hösük emminin sığırlarını güdecekti gün boyu. Tatil süresi bittiğinde Hösük emmi kapılarının önüne kağnıyla bir çuval buğday indirmişti. Anlaşılan körpe bedeniyle elde ettiği kazancının hepsi buydu. Anasının gözleriyse deminden beri bu çuvalın üzerindeydi. Birazdan Koca Kasım’ında yardımıyla eşeğe sıkıca sarıp yükledikleri bir çuval buğdayı un olarak öğütmesini tembihleyecekti anası. Gideceği yer Sarıca köyünün değirmeniydi ve bir hayli uzaktı.
Koca Kasım, burnundan soluyordu kızgınlığından. Gıyabında babasına verip veriştiriyor, başını sağa sola sallayarak en son vurucu cümlesini şöyle özetliyordu: “Allah’dan gorkmaz, gulundan utanmaz herif! Sen orada burada davul dümbelek peşinde goşacaksın. Barnak gadar çocuk deermene gedecek ha! Töbestağfirullah töbe!”
Sarıca köyüne varışı sanıldığı gibi kolay olmamıştı Serkan’ın. Sözüm ona eşek; bazen kendi hemcinslerinin yol üzerinde gördüğü fışkısını koklarken, bazen de anırması tutuyor, zorluk çıkarıyordu. Eşeğin bu huysuzluğundan dolayı tamamen tek tarafına sarkan çuvalı denkleştirmeye gücü yetmeyen Serkan’ın, düşecek diye ödü kopmaktaydı. “Gedikburun” mevkiinde tam düşecekti ki sağolsun postacı Alirıza Efendi’nin atını mahmuzlayarak imdadına yetişmesi tüm iyiliklere bedeldi yanında.
Hâsılı birkaç kişiye sorma neticesinde değirmeni bulmuştu. Lâkin aksilik ve talihsizlik bu ya; değirmenin su kıtlığından ötürü çalışmadığını öğrendi. Az ileride oturan ihtiyarların, konuşmalarını duyar gibiydi:
-Vah, vah! Yazzık şu çocukcaaza yahu!
-Yavrucak, belli ki yetim olmalı!
-Kim bilir? Belki de kimi kimsesi yoktur ağnaşılan!
Sonra içlerinden biri bastonunu havaya kaldırarak ünledi: “Hey evlat! Beni dinne! Madem buraya gadar yoruldun, yolu yarılamışken gasabaya gediver bâri. Oralıkda deermenner şakır şakır çalışıyo zamansız. Gene de sen bilirsin evlat!”
Geriye dönüşü imkânsız gibiydi. Çünkü gözü yaşlı anacığını hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu. Onu sevindirmeliydi, ona ispatlamalıydı kendini. İhtiyar amcanın yol haritasını benimseyerek kasabanın yoluna koyuldu. Gün öğleyle ikindi arasıydı kasabaya girdiğinde yorulmuş ve hamlamıştı iyice. En yakın değirmeni yine sorma yöntemiyle bulmuş, oradakilerin de yardımıyla yükünü indirmişti. İlk defa bir değirmeni yakından inceliyordu. Buradaki değirmen Sarıca köyündekinden farklıydı. Gerçi orası kapalı olduğundan iç kısmını görememişti. Loş bir ortamda içeriden uğultulu seslerin gelmesi… Dairesel dev taşların kendi ekseninde durmaksızın dönmesi… Eğreti merteklerin kabuğunda tozdan gri sarkıtların oluşması… Sonra nöbet bekleyen insanların; bağırıp çağrışmalarından kaynaklanan derin yankılanmalar ürkütücü gelmişti Serkan’a. Hele o dışarıda yüksekçe örülmüş su kemerlerinden suyun “abara” denilen geniş ağızlı ve uzunca oluğa dökülmesi yok mu? Adeta bir çağlayanı andırıyordu. Köhne taş duvarların kovuklarında kenetlenmiş karayılanlar gerçekten ürperticiydi.
Artık, iyice acıkmıştı. Karnı zil çalmaktaydı açlıktan. Sıra sıra dizilmiş çuvallara bakılırsa sondan birinci çuval kendisinindi. Anlaşılan sıranın kendisine geleceği yoktu. Bunu, değirmenin çevresinde belirli aralıklarla bağlanmış eşeklerin çokluğundan da sezinliyordu. Eşekler, eşeklik içgüdüsüyle zaman zaman anırıyor, çifte savuruyor ve burunlarını havaya kaldırarak birbirlerine kur yapıyorlardı.
Bir ara babası geldi aklına. O esnada oturup babasını düşünmeye başladı. Oldum olası çalışmayı sevmezdi babası. Evini ve ailesini ihmal ederdi. Deyim yerindeyse eğer; “Nerede pilav, orada kılav. Nerede düğün orada öğün.” Hangi köyde “dom!” diye bir davul sesi duysa, o yöne seğirtirdi. Aslında Koca Kasım’ın betimlemesi de bu şekildeydi zaten. Haksız da sayılmazdı hani. Bilhassa sonbahar mevsimi düğün derneğin bol geçtiği aylardı ki, yüzüne hasret kalırdı babasının. Elâlem işinde gücündeyken onun böyle sorumsuzca davranması; yalnız anasının değil, Serkan’ın da de içini kanatıyordu.
Geçen sene anasıyla dişlerini tırnaklarına takarak, “yarıcı usulü” yetiştirdikleri sekiz dönümlük fasulyeyi harmana vaktinde taşımadığından yağmura yaşa terk etmiş, tarlada çürütmüştü babası. Onca emeklerinin karşılığında anasıyla elleri böğürlerinde kalmıştı. Bir önceki sene, yine yarıcı olarak imar ettikleri altı dönümlük şeker pancarını kantara vaktinde teslim etmediğinden köyün sığırları kemirmişti.
Toprak damları, her yağmur yağmasıyla üzerlerine akardı da; ne çıkar loğlardı ne de zamanında elden geçirirdi. Zavallılar, evin içerisinde ıslanmamak için kaçacak delik ararlardı âdeta.
Bakalım bu kışı nasıl geçireceğiz? Ne yiyip ne içeceğiz diye kara kara düşünürken; değirmencinin ünlemesiyle irkildi aniden.
-Guzum, sen hangi köydensin? Kimin kimsen yok mu burada gedip de garın doyuracak?
……………..
-Babasızsın heralım?
……………..
-Neyse gel bakiim çuvalın hangisiydi? Daha sırada bir yığın adam var amma ben onnarı igna ederim. Garannığa galmayasın tek…
Güngörmüş değirmenci, doğru söylüyordu. Öyle ya, karanlığa kalırsa nasıl gidebilirdi ki?!. Sevinmişti tepeden tırnağa tahıl tozuna bulanmış bu adamın jestine. Aha şu! dercesine elindeki değnekle yamalı çuvalı gösterdi. Değirmenci, çuvalın ağızbağını çözüp ambara aktaracakken birden hiddetlendi:
-Ula oolum bu ne bööle? Yoksam dalga mı geçiyon beniynen ha?
Serkan, şaşırmıştı ne diyeceğini. Beklenmedik bu sorunun karşısında kızardı ve yutkundu hâliyle.
-Gonuşsana guzum, dilin yok mu senin? Ahraz mısın yoksam?
Neyi konuşacaktı? Neyle suçlandığını bilmediğinden bön bön bakıyordu ancak. Sonra tuhaf bir gülümsemeyle sözlerini netleştiren değirmenci:
-Bre yavrucuum, senin buğdayın unnuk buğday. Oysa biz bulgurluk öğütüyoz. Şunu baştan söölesen olmazmıydı ha? Bak, burada sahatlarca boşu boşuna bekledin durdun! Yazzık! demekle yetindi.
Hay Allah! Bu da mı gelecekti şu küçücük başıma der gibiydi Serkan. Ben nereden bilirim unun ayrı bulgurun ayrı taşlarda ya da ayrı değirmenlerde öğütüldüğünü? Sanki sayısız gelip gitmişliğim var da…
Aslında, değirmenci Serkan’a acıdığından bağırıp çağırmıştı. Yoksa el adamının nesine gerek ki? Dönen taşa ve manivelalı çarka ince bir ayar yaptıktan sonra alel acele tekrar geldi Serkan’ın yanına:
-De haydi durma! Getir şu hayvanı da yükliyek çabıcak! Sen dooru Tepebaşı’na get. Orası un öğütüyo, tez ol!
Tepebaşı değirmeni kasabanın çıkış noktasındaydı. Yaklaşık yarım saat önce geldiği Çaparların değirmenine göre oldukça tenhaydı burası. Etrafta bağlı eşekler göze çarpmıyordu. Sadece iki kağnı duruyordu koşumsuz. Değirmenin kapısından çıkan iri kıyım heybetli adam dönerek; “Ula Kemo! Bak, araya kimseyi sokarsan garışmam ha! Ben tam o sahatte gelirim temam mı? Haberin olsun!” şeklinde yarı şaka yarı ciddi tehditte bulundu. Kemo dayı, “Tamam agam, meraklanma sen.” diye teminat verdi. Lehçesi ve “aşkar”lığı, Balkan Muhacirlerini çağrıştırıyordu Kemo dayının. Serkan’ı güler yüzle ve tatlı bir şiveyle karşılarken; “Niye vakitsiz gelirsin oğil? Gelinir mi bu sahatda heç?” demesi çok hoşuna gitmişti. Gerçi Serkan gülecek hâl ve mecâlden yoksundu ama Kemo dayı; mimikleriyle de güldürebilen bir “prototip” sergiliyordu. Serkan meseleyi anlatınca hak verdi ve “Dur öyleyse oğil! Acıkmiş olmalisin sen! Ben eve gidem de sana bişeyler getirem.” diyerek uzaklaştı. Kısa sürede getirdiği çökelek dürümüyle iki salkım üzümü sevecenlikle takdim etti ve “Afiyet olsun oğil. Hele yiyedur.” misilli nezaket gösterisinde bulundu.
Eh, gayri yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Dünyanın sayılı nimetleri vız gelirdi bu çökelek dürümünün yanında. Bin duayı birden okudu, Kemo dayıya. Karnının doymasıyla birlikte değirmen ve çevresini kolaçan etmeye niyetlendi. Çaparların Değirmeninden bu değirmen, hem küçük hem de daha eskiydi. Yalnız gördüğü üç değirmenin de sırt cephesi yamaca dayalı ve önleri açıktı. Nedeniyse; suyun “abara”lara mutlaka tepeden tazyikle dökülmesi ve o nispette pervanelerin dönmesine binâendi. Pervaneler dönünce, öğütücü taşlar da dönüyordu hâkeza. Öğütülen tahıllarsa, taşların hemen önünde “yalak” denen derince bir çukurda birikiyor; tahta kürekle de çuvallara dolduruluyordu. Çatal kapının üzerinde el yapımı kocaman bir asma kilit… “Tağa” denilen duvar oyuklarında çeşitli zerzevatlar… “İdare” diye tabir edilen ve bir nevi aydınlatma gereci sayılan, tenekeden mamûl ucu fitilli üçgenimsi âlet… Yine kapının yakınında ve “ocak” olarak bilinen geniş bacalı yerin kenarlarında; rengi iyice belirsizleşmiş isli bir çaydanlıkla isli bir tencere… Haricen, ocağı tutuşturmak için dilimlenmiş çam çıralarıyla değirmencinin oturduğu koyun postundan ibaret tozlu sergi göze çarpmaktaydı. Belki de bunların tümü; değirmenin ya demirbaşlarından veya aksesuarlarındandı hülâsa. Dış çevresindeyse yük hayvanlarının yemlenmesine yönelik tahta oluklarla işlevini yitirmiş değirmen taşları vardı ziyadesiyle. Suyun “abara”ya dökülen kısmına doğru ilerlerken Kemo dayının sesi duyuldu: “Oğil, oğil! Gel oralar tehlikelidir! Düşeyazarsın sonram!”
Güneş kızıllığa gömülüp akşamın alaca karanlığı yayılınca içini tarifsiz korkular kaplamıştı. Hem de sarmal korkular. Cin korkusu, hortlak korkusu, köpek korkusu ve de sâir korkular. Kemo dayı Serkan’daki huzursuzluğu sezinliyordu. Onu teskin ve teselli etme düşüncesiyle şu ifadeyi kulandı:
-Yavrisi! Eğer ambardaki hayvan yükü olsaydi şinciye çoktan bitivermişti. Kağni yükü olende uzun süreyo boyle. Az kaldi velâkin. Sabret!
Bıktırıcı ve stresli bir bekleyişin ardından unu öğütülmüştü hâsılıkelâm. Kemo dayı tüm sevecenliğiyle yükünü sıkıca sarıp sarmalayıp eşeği önüne kattığında; “Haydi, Hak yardımcin ola oğil. Korkilardan sıyrılasin!” demişti.
Ve işte, o netameli yolculuk:
Ara sokaklardan ilerlerken; parke taşlarıyla eşeğin toynaklarından çıkan armonik seslere kaptırmıştı kendini. Salık verildiğine göre Sarıca köyünden değil de; Kayışlı köyünden aşıp gitmesi gerekiyordu. Böylece çıkış noktasıyla varış noktası arasında geniş açılı bir yamuk üçgen çizmiş olacaktı. Sokak lambalarının ışıklarından uzaklaştığını anlayınca; karanlığın kucağına itilircesine, ter bastı vücudunu. Keltepe’den arkasına dönüp baktığında, kasaba çok gerilerde kalmıştı. Gittikçe körelen ışık huzmeleri de artık görünmüyordu. Yokuş aşağı süzülen incecik kağnı yolunun her iki tarafı da fundalıktı. Açık kısımlardaysa seyrek bodur ağaçlar göze çarpıyordu. İşte bu ağaçlarda en ufak bir hışırtı belirse ya da bir kuş kanat çırpsa; yüreği ağzına gelmekteydi apansız. Bazen de kafasında canlandırdığı çeşitli ve korkunç siluetteki karartıların; gulyabani şeklinde üzerine çullanacağını sanıyordu. Sanki çalılıkların arkasına saklanmış bir hayalî varlık gırtlağına ha sarıldı ha sarılacaktı. Ya şu uğursuzluğuna inandığı puhu kuşunun acı acı, kesik kesik ötmesi yok mu? Kamçılar gibiydi korkularını. Yarım yamalak bildiği duaların hepsini peş peşe okurken, o küçücük kalbi her an durma noktasındaydı. Uzaktan geçen bir kamyonun farlarından birazcık cesaret yüklendiyse de, gözden kaybolunca tekrar yenik düştü korkularına. Yalnız dudak uçuklatan en çetin korkuları, Kayışlı köyünün mezarlığından geçerken nüksetti. Koyu karanlığın atmosferinde burasının bir mezarlık olduğunu fark etmişti.
Köylerinde daha on beş gün önce asılarak ölen Murtaza geldi aklına. Köy halkı sabahleyin tarlalara giderken dut ağacında asılı duran Murtaza’nın cesediyle karşılaşmışlardı. Kalabalığın arasından kendisi de görmüştü dışarı çıkan diliyle morarmış imiğini. İşte şimdi de o hâliyle mezardan hortlamış Murtaza geliyordu üstüne. Bir karış dışarı çıkmış diliyle kovalıyor, kovalıyordu. Sakın “hortlak” dedikleri bu olmasındı! Tüyleri diken diken yekinmiş, bedeniyse akıma kapılmışçasına zangır zangır titriyordu. Tam da bayılıp düşeceği sırada nal sesleri tırmaladı kulaklarını. Gâliba, kasabadan dönüyordu meçhul atlılar. Serkan’ı görünce yavaşlayıp çaprazlama sorguladılar. Karşılıklı söyleşi neticesinde Kayışlı’ya kavuştuklarını geç anlamıştı. Belki de mahsusçuktan konuşturmuşlardı kendisini. Fakat aklının erdiğince açık vermemeye çalışıyor, erkekliğe leke sürmüyordu Serkan. Kayışlı köyünde yolları ayrılırken, salt cesaretinden dolayı takdir etmişlerdi atlılar. Tabii ki olmayan cesaretinden… Korkudan aklını oynatacağını ne bilsinlerdi ki?
Buradan daha öte gitmeye yüreği yetmediğinden o gece; uzaktan akrabaları sayılan Nezir Kâhyalarda kalmıştı. Kayışlı’dan olduklarını biliyordu önceden. Kâhya da tıpkı Koca Kasım’la ağız birliği etmişçesine babasına yüklenmekteydi:
-Bu adamın adam olacağı yok yahu! Ulan elin düğünü mü biter derdi mi? Bu işler saa mı galdı soonacığıma? Bak şu el gadar mâsimin çekdii çileye! Şunun eti ne budu ne de deermene yolluyon bre densiz!
Karısı Nazife teyze de “Boş ver bre Nezir! Huylu huyundan vazgeçer mi heç? Bırak çocuu da uyusun artık! Yorulmuştur zavallı. Babası ööle gelmiş ööle geder çaresiz.” misilli uyarıyordu.
Sabah olunca sofradan kalkar kalkmaz bu sefer de Nezir Kâhya yüklemişti yükünü. Arkasından da eklemişti; “Yörü yavrım, bir an önce gediver de bekletme anacıını!” Anasında bekleyecek hâl kalmış mıydı acaba? Belki sokaktaki kediler köpekler uyumuştu da garip anacığı uyumamıştı. Fakat neylersin ki? Çaresizlik işte… Allah çaresiz dert vermesindi hiç kimseye. Zordu hâsılı.
Kayışlı köyü ile köylerinin arasından ırmak akardı. Sıra ırmağın üstünde kurulu basit ve ilkel tahta köprüyü geçmeye gelince; eşekte eşeklik inadı baş gösterdi. Bir türlü köprüyü geçmeye yanaşmıyor, Serkan ileri sürdükçe o geriye çekiliyordu. Değnekle ne kadar vurduysa da imkânsızı başaramadı. Irmağın kenarında mal güden çocuklar koşuştular yardım amaçlı. Onlar da bir adım attıramadılar bu inatçıl hayvana. Son çare arkasından itekleyerek yürütmeye çabalarken; sağ kasığına yaman bir tekme savurmasın mı? Sancıyla kıvranıp yere kapaklandı. O can acısıyla, yarım saat kalkamadı yerinden. “Eh, buna da şükür! Ya o tekme daha tehlikeli bir bölgeme isabet etseydi belki de fiziken ölmüş olacaktım.” diye düşündü.
Köprüden geçmemekle rüştünü ispatlayan eşek, sonunda ırmağın alt taraflarında sığ bir yerden geçmeye karar verdi. Geçerken de bazı yerlerde suyun karın altından yukarı çıkmasıyla çuvalın her iki ucunu da ıslatarak, unun hamurlaşmasına katkı sağladı. Kayışlı köyünün mal güden çocukları arkasından alay ederek el çarpıp gülüşüyorlardı: “Boz eşşee de helal olsun valla! Anasının hamır yuurmasına hacet bırakmadı ya!”
Evlerine yaklaşırken komşu kadınların anasının etrafında toplandıklarını gördü. Anası, yine eli duluğunda dünkü gibi oturmaktaydı. Onların arasından Serkan’ı fark edince; “Ciyeriiimm!” dedi ve olduğu yere yığıldı. Bir daha da kalkmadı.
Babasına gelince: Her şeyden habersiz ve umarsız hâlâ düğün kovalıyordu. Çünkü “Kambersiz düğün olmaz”dı.