Kendinizi tanır mısınız? Celalettin Kurt kimdir?
1960 Elbistan doğumluyum. Uzun bir biyografiye bilmem gerek var mı? 1980 yılında öğretmen, 2007 yılında emekli oldum. Şu an sadece okuyor, kitaplarımı yazıyorum.
Yayınlanmış eserleriniz hakkında konuşsak…
Şimdiye kadar; şiir, hikâye, araştırma, fikir, derleme ve çocuk edebiyatı alanlarında yirminin üzerinde eserim yayınlandı… Emekli olduktan sonra, zamanın iyi değerlendirilmesinden sanırım; Ankara menşeli yayın evlerinden sekiz kitabım daha çıktı… Özellikle son iki senede Berikan Yayınları, Kurgan Edebiyat Yayınları ve Türk Diyanet Vakfı Yayınlarından dört eserim okuyuculara ulaştı… Bu eserlerden ikisi “Çocuk Edebiyatı” alanında, “Mavi Kuşun Rüyası” ve “Gül Yüzlü Çocuk” isimli eserler; diğer ikisi ise, son şiirlerimden oluşan bir demet; “Bu Türküyü Senle Söylemek Vardı” isimli şiir kitabı, diğeri de “Sevgiyle Dirilen Hayat” isimli hikâye kitabı…
Şiirle tanışmanız ve yazmanız ne zamandan beri devam ediyor?
Lise yıllarından beri okumaya ve yazmaya zaman ayıran birisiyim… Allah mekânını cennet eylesin, o yıllarda edebiyat öğretmenimiz Hüsamettin Yinanç Bey’in lise birinci sınıfta bana okul duvar gazetesinin sorumluluğunu vermesiyle bu süreç başladı diyebilirim… Ondan sonra yazdığım edebiyat dergileri, yerel ve ulusal gazetelerde yazdığım yazılarla bu süreç hızlandı… Daha sonra benim yayın yönetmenliğini yaptığım dergiler sürece dahil oldu ve bu süreç içinde, bir kara sevda gibi yüreğimize yapışan edebiyat düşleri… Arkasından çeşitli alanlarda kaleme aldığım kitaplar.
Sizi şiire yönlendiren birisi oldu mu?
Şiir, yürek karıştırmakla yazılan bir olgu… Demek ki yüreğimiz karışıkmış ki, daha genç yaşlarda şiirle hemhâl oluşumuz görüldü… Elbette şiir yazmamıza sebep; bir sürü yürek seslerimiz var, o zamandan… Sevdalar, idealler ve memleket!… Ama, faydalandığım, üstad kabul ettiğim yakın eksenimde olan, bence dünya şairi, Bahaettin Karakoç gibi velüt, usta bir şairden çok faydalandım… Batı klasiklerindeki şairleri de, Türk klasiklerindeki şairleri de mümkün olduğu kadar okudum ama, Karakoç ustada gördüğüm lezzet bir farklıydı…
Şiirlerinizde ve yazılarınızda genel olarak işlediğiniz konular nelerdir?
Nesir yazılarımda, gazetelerde köşe yazıları yazdığım için, genellikle fikrî ve hayatın günlük işleyişine ait yazılar daha ağırlıklı olarak çıktı kalemimden…. Şiire gelince; hani, “Kurşun adres sormaz imiş” ya; şiir hinterlandımda yüreğim her neyi söylediyse onu yazdım…. Aşkın dibâcesinden girip, ta Söğüt yaylalarında konakladığım çok oldu…
İyi bir şair nasıl olmalıdır sizce?
Bazı şair geçinenler, lügat karıştırıp şiir yazmaya çalışıyorlar. Ben öncelikle şiirin yürek sesi olduğuna inanıyor ve diyorum ki; şairlerimiz öncelikle yüreklerini karıştırsınlar, yürek seslerini terennüm eylesinler. İyi şair olmanın kriteri bence bu eksenden doğar. Zorlamayla şiir yazılmaz ve sevda konulmazsa mısralara, şiir şiir olmaz zaten… Şair de şair.
Şairin toplumdaki görevi nedir?
Şairler; insanların ifade edemediklerini ifade eden kimselerdir. Şairlerin derin hayalleri ve yürek terennümleri vardır. Şairler; birçok insanın ifade edemediğini ifade ediyorsa, buradaki görev çok büyüktür. Hakka, hakkaniyete, adalete ve sevdaya dair şairlerin sözleri olmalıdır. Bu eksende söz ve belâgat sunanlar, görevlerinin fevkinde olarak, zaten topluma hizmet ederler. Şairler; bütün dünyada, toplumların uç beyleridir.
Şiir ve insan ilişkisi nedir?
Şiirin boyutuna sınır koymak doğru olur mu bilmem ama, bu ilişkide insan unsurunun daha ön plana çıktığı görülür. Sevda ikliminin menşeî sadece insan değildir mutlaka, ancak yazılan şiirlerin coğrafyasına bakıldığında insan ilişkili beşerî sevdalar daha çok görülür. Tarihin bütün kayıtlarında mevcut olarak, beşerî sevda kokuları insan unsuruyla karşımıza çıkmıştır. Leylâ-Mecnun, Kerem-Aslı, Tahir-Zühre temâları gibi… Yalnız, bu eksene şiiri hapsetmek doğru değildir. Şiirin beslendiği ilham ve kaynaklar, o kadar yoğundur ve şiirin özgül ağırlığı o kadar fazladır ki, şiir bütün iklimlerde gezinir. Bir sonraki sorunuza cevap vermeyeceğim, çünkü her şaire göre şiirin bir târifi vardır.
Gününüzü nasıl geçirirsiniz, neler yaparsınız?
İlk sorunuzda cevabını vermiştim sanırım; emekliyim, sadece okumaya çalışıyor ve karınca kararınca yazmaya çalışıyorum… Bunu derken, cemiyetten soyut bir hayatın içinde değilim tabiî… İnanç ve ideallerim, bu memlekete hizmet edecek ülkülerim var. Bir nesil ve medeniyet tasavvuru düşlüyorum, tarihimizin dokusundan süzülüp gelen… Bu yolda, elimden geldiğince genç kuşaklara mesai ayırmaya çalışıyorum… Biraz da mûsiki tabiî… Bağlama çalıyor, kendi türkülerimi söylüyorum…
ESERLERİ:
Hikâye, deneme, makale, monografi, araştırma türlerinde de birçok eseri bulunan Kurt, şiirlerini Gönlünüz Çiçek Tarlası, Üç Gül Düştü Gönlümüzden (Müşterek), Çiçekler Artık Solmasın, Gülnâre, Adın Kaldı Yüreğimde, Dibace-i Aşk, Mavi Kuşun Rüyası, O Amcalar Umutlarımızı Çaldılar, Türkülerin Gül Sesi, Kar Beyaz Ölüm ve Bu Türküyü Senle Söylemek Vardı adlı eserlerinde topladı. Ayrıca Celalettin Kurt’un, Elbistan Şairler Antolojisi I- II, Dile Gelen Elbistan, Dünden Bugüne Elbistan (Müşterek), Ahmet Cansız Güllü (Müşterek monografi), Sevgiyle Dinlen Hayat (Hikâye), Yine De İdealizm (Deneme-makale), Dünde Kalan Elbistan (Müşterek) adlı nesir türünde eserleri de vardır.
ANNE VE ÇOCUK
O beyaz günün adı gül sürgünü doğumdur
İlk ses, ilk feryatla başlar hayatın cevri
İlk kıpırtı murattır, ilk göz açış onurdur
İlk tebessümde kışlar annelerin gül devri
İlk sarılış pür sevinç, ilk öpücük pür-nurdur
Karanfildir bir beyaz, çocukların çehresi
Annelerin ak zambak yüreklerinde açan
Duyuldu mu balaların, menekşeli, ıtırlı sesi
Kelebektir anneler, kanatlanıp da uçan
Bir de adım atsa balalar; evlerinin gelir neşesi
Tenleri süsleyen mücevher gibidir çocuk
Yavrusu uğruna ölümü seçendir anne
Çocuklar gönüllerde açan beyaz tomurcuk
Merhameti, şefkati; kalplere saçandır anne
Çocuklar gül yüzlüdür, çocuklar bir Yusuf’çuk
Değişirler çocuklar, dünya nasıl değişirse
Resim karelerinde günbegün değişirler
Anneler fidanlarını dallarca serpilmiş görse
Hazlanırlar kor-yürek, şahikaya erişirler
Şükranda kalırlar, evlat biraz vefâ gösterse
Uzun, ince bir nefestir, delikanlılık çağı
Daha dikkattedir, bu zamanda anneler
Delikanlılar, bu çağda yakarlar kalpte çerağı
Uykular firak olur, dururlar kanda anneler
Yalnızlık uzar gider, titrer kalplerinin durağı
Hayat hercaidir, renk cümbüşü hevestir
Dayandığında yaş, on sekize, yirmiye
Bıyıklar burulduğunda, oğul ayrı nefestir
Kıyamazsın okşamaya, çiçek gibi dermeye
Kızı, kızanı o yaşta latiftir; naif bir sestir
Anne şefkat âbidesi, sevgi kalasının burcudur
Evlat kırkına da varsa, daha çocuktur gözünde
Emzirdiği letafet; temelidir yarınların, harcıdır
Ciğeridir, göz nûrudur her büyüttüğü dizinde
Anne hakkı evladın, ödeşilmez borcudur
O, ak günün, kara günün cevrini sığdırır bir ömre
Hayatın cevri cefâsı son nefesine kadar sürer
Yüreğinden hiç çıkmaz; orkideli, manolyalı cemre
Çilelere, belâlara; her berzâha göğüs gerer
Ve tevekkülle râm olur; Hüdâ’sından gelen emre
Ve anne ve çocuk; biri sabi, biri melek bakışlı
Cem olmuşlar bir yürekte, o yüreği yurt kılmışlar
Göklerden sevgi sağmışlar; pınar-çavlan akışlı
Her ikisi bir olup, bir beyaz murat bulmuşlar
Ve anne, ve çocuk; biri sabi, biri melek bakışlı
TÜRKÇEMİZ YABANCI DİLLERİN İSTİLASINDAN KURTARILMALIDIR
Güzel Türkçemiz; yabancı dillerin etkisinde kalarak, özellikle son yıllarda çok büyük tahribatlara ve yozlaşmalara uğramıştır. Hâlâ da uğramaya devam etmektedir. Türkçe’mizin yabancı dillerin istilasına maruz kalması, nesiller arası bağ kopukluğunu da beraberinde getirmiş; bu ahvâlin sonucunda, dede torununu, torun da dedesini anlayamaz hâle gelmiştir.
İşte bu hâl, Türk dilinin geleceğini karanlıkların içerisine itmektedir. Çünkü milletler hayatında en önemli unsurlardan biri dildir. Dil bir köprüdür; dil milletlerin geleceğidir. Tarihe baktığımızda, dili yozlaşan, dili istilaya uğrayan milletlerin tarih sahnesinde kalıcılıkları hiçbir zaman olmamıştır. Türk Devlet geleneğinin ebet-müddet sürmesi; Türk dilinin sağlamlığına ve berraklığına bağlıdır.
Osmanlı Beylerinden Karamanoğlu Mehmet; “Bundan böyle divanda, dergâhta, bargâhta Türkçeden başka dil konuşulmaya” fermanını buyruk hâline getirirken, yine yurdumuzun kurtarıcısı Mustafa Kemâl Atatürk’te; Güneş Dil Teorisiyle Türk diline sahip çıkmıştır. Her ikisi de Türk Devletinin kutlu bekası açısından Türk dilinin muhafazasını, korunmasını ve geliştirilmesini amaç edinmişlerdir.
Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçemize verdiği önemle, Atatürk’ün Türk Dil Kurumunu kurdurarak, dilimizin gelişimine ilmî hakikatler doğrultusunda katkılar sağlamak istemesi, ayni hassasiyetler üstünedir. Dün dilimizin yabancı dillerden arındırılması, yozlaşmadan kurtarılması, istilâya mâruz bırakılmaması doğrultusunda gösterilen mücadele, günümüzde de mutlaka gösterilmelidir. Çünkü Türk dili yoksa Türkiye’de yoktur. Yani günümüzde Türk diline sahip çıkacak Karamanoğlu Mehmet Beyler ve Atatürkler gerekmektedir.
Bugün itibariyle, ülkemizin cadde ve sokaklarını dolaştığımızda, işletmelerimizin levhalarına şöyle bir baktığımızda, çoğunluk olarak yabancı menşeli isimleri görmemiz mümkün hâle gelmiştir. Hatta bir an, insan kendini Avrupa ya da Amerika caddelerinde dolaşıyor sanabilir. Özellikle isimlendirme, yani tabelâ konusunda işletmelerimizin en küçüklerinden en büyüklerine kadar yabancılaşmaya gittiği gözlenmekte; güzel Türkçemizin berraklığı içinde, işletmelere Türkçe isimler bırakılması gerekirken, Türkçe isimler yerine İngilizce, Fransızca menşeli isimler bırakılmaktadır. Bu da Türk dilini, aslî ve özgün yapısından uzaklaştırmakta, yozlaşmaların içerisine itmektedir. Çok değil, bu hâl böyle devam ettiği sürece, yakın bir zamanda, dil konusunda müstemleke durumuna gelmemiz muktedir olacaktır.
Yabancı menşeli isimlere özenti duyularak, gerek gaflet, gerekse maksatlı bir şekilde bırakılan bu isimler; nesiller arası bağ kopukluğunu biraz daha ayrıştırmakta; Türk dilinin yozlaşma temayülünü daha da artırmaktadır. Aslında bu hâl; Türk diline, dolaysıyla da Türk Devlet geleneğine bir nevî ihanettir. Bu durum hiçbir zaman yadsınmamalı, yabancı dillerin işgaliyle yozlaştırılmaya çalışılan dilimizin ihyası için, mutlaka mücadele başlatılmalıdır. Aslında Türk diline sahip çıkmak vazgeçilmez bir görevdir. Böyle bir görev de, idarî yapıdan en küçük halk birimine kadar herkesin salâhiyetinde olmalıdır. Hiç kimse bu kötü gidişata sorumsuz, bigane kalmamalıdır. Kalınırsa, dilde daimi bir müstemlekecilik başlayacaktır ki, bu da ülkemizin geleceği açısından, hüsran tablolarının oluşacağının delâlettir.
Türkiye’de özellikle son yıllarda, Avrupa ve Amerika patentli kelimelerin girmediği, tesirine düşürmediği hiçbir alan kalmamıştır. Giyilen kıyafet markalarından tutunuz, ticarete kadar bütün cephelerde görülen yabancı isim hastalığının bünyemize sirayet etmesi; büyük bir tehlikeyi de beraberinde getirmiştir. Tehlikenin emaresi; Türk Ülkesinin Batılılaştırılması, ya da müstemleke bir devlet hâline getirilmesidir.
Gaflet ve ihanetle, yabancı dillerden ihraç edilen kelimelerle konuşma hastalığımız, bütün yurdumuza yayılmıştır. Futbol, ticaret, ilim, sanat, basın ve televizyon terimlerimiz Türkçe olmayan kelimelerle donatılmıştır. “Spiker, defansit, stoper, number, vizyon, trend, play, station, best-seller, reyting, damping, faas foost, full time, self servis, bilbaord, sponsor, merket, stan-up, şhowmen” gibi, daha yüzlerce kelime, konuştuğumuz lisana sinsice gelip yerleşmiştir. Zamanla bunları kaldırıp atmak da mümkün olmayacaktır. Böyle bir ahvâlin ardındansa, tarzanca bir lisan doğacak; lisanımız ilim, sanat ve medeniyet dili olmaktan tamamen uzaklaşacaktır.
Herkes kendi evinin önünü temizleme mantığından yola çıkarak, ülkemizde yozlaşan dilimiz Türkçe konusunda bir mücadele başlatmamız elzem olmuştur. Ne yazık ki ülkemizin sokak ve caddeleri, bahsettiğimiz mânâdaki yabancı menşeli isimlerle, kelimelerle doludur. Böyle bir mücadelenin başlatılabilmesi içinse, Valiliklerimiz önderliğinde bir komite kurulmalı, Türk dilinin yozlaşmasına dur denilecek çalışmalar başlatılmalıdır. Böyle bir komitenin adına; “Türk Dilini koruma ve Muhafaza Komitesi” denilebilir. Bu komitede Belediye Başkanları, Millî Eğitim Müdürleri, Esnaf Kefalet, Ticaret ve Sanayi Odaları, hatta sivil öncelik kurumları olmalıdır. Kolektif bir şuurla başlatılacak mücadele; alınacak bir takım tedbirlerle mutlaka neticesini gösterecektir. En azından yeni açılacak işletmelere belediyelerimiz tarafından Türkçe isimlerin bırakılması mecburiyetinin getirilmesi bile, bu kötü gidişata kısmen dur diyecektir.
Ayrıca okullarımızda Millî Eğitim bünyesinde Türk dilinin sevdirilmesi doğrultusunda başlatılacak Türkçe konulu seminerler, sempozyumlar, paneller; neslimize yeniden dil şuurunu kazandıracaktır. Türk dilinin ihyası, geliştirilmesi, muhafazası ve korunması için, yeni Atatürklere, Karamanoğlu Mehmet Beylere ihtiyaç vardır. Bu memleket çoğu konularda olduğu gibi, dil konusunda da Yeni bir Atatürk ve yeni bir Karamanoğlu Mehmet Bey aramaktadır.
KAR
Ayazı sertti. Soğuğu köpeklerin kuyruklarını titretecek kadar kaviydi. Yağdı mı kar, evlerin boyu yağar; toprakların üzerinden haftalarca kalkmazdı kar. Kar yağardı karların üstüne; üzerine kar yağardı karların… Kar; bu ilçenin belki de en gökçe, en nâdide süsüydü. Birbirlerinin üzerine katlanarak yağan karlar, ayazların sertliğiyle donar; çözülmesi ise, çoğu zaman bahar ayını bulurdu… Ayazı sertti, soğuğu köpeklerin kuyruklarını titretecek kadar kaviydi…
Beyazların armonisinde, beyazlardan şenlikler gelirdi, Elbistan çocuklarının yüreklerine.. Ayaz ve soğuk; insanların ta iliklerine kadar işlerdi işlemesine de, yine de çocuklar; kendileri kadar saf, kendileri kadar temiz olan kardan bir türlü vazgeçmezlerdi… Kışın orta yerinde burunları, kulakları mor havuçlar kadar morarırdı da; sokaklar ortasında oynadıkları kar oyunlarından bir türlü ayrılamazlardı… Kimisi kartopu, kimisi kızak peşinde…
Anneler çağırırdı: “Ahmet, Mehmet; hasta olacaksınız artık eve gelin!” diye de, bu çağırmalar, sanki onların umurlarındaydı! Biraz muziplik, birazcık da işin zevkine erme olsa gerek; kerpiç evlerin merdivenleri çalınır; merdivenlerden kızak kayakları yapılırdı… Merdivenlerin her basamağına bir çocuk oturur; Şardağı’nın yüce sırtlarından başlayan kayak serüveni, pot-pot suyunun olduğu mevkie kadar gelir; merdiven kızaklar zorla durdurulurdu… Tabii bu arada, iki üç yüz metrelik yokuş inişinde, merdivenlerden savrulan savrulana… Düşen çocuklardan bazıları düştüğü yerden kalkar, tekrar ‘merdiven kızağa’ binmeye çalışırlardı; kafaları, gözleri yarılarak…
Bu işi sadece çocuklar mı yapardı; bazen büyüklerin bile geceleri merdiven kızaklarla kaydıkları görülürdü. Geceleri kayma sebepleri, belki ayıplanma duygusundan idi. Ama, çocukluklarını hatırlayarak kar sefâsını sürmeleri; geçmişe olan büyük özlemlerindendi… Büyüğü, küçüğü karla hemhâldı bu ilçede. Kar; bu ilçenin en gökçe, en mâsum, en temiz süsüydü…
Aradan yıllar geçti, karlar eskisi kadar yağmaz oldu yağmamasına da, mevcut yağan karların üzerine, termik santralinin kararmış, grileşmiş külleri tebelleş oldu… Bir de teknolojiyle gelen kömürlü kalorifer bacalarının kara katmanları düşünce karlar üstüne; karın da tadı kalmadı, çeşitli kar oyunlarının da… Günümüzde eskiden olduğu gibi, karlarla hemhâl olan çocuklar da kalmadı, büyükler de… Hem nasıl hemhâl olsunlar ki; bütünleşecekleri karın her zerresinde kanserojen madde artıkları toz dumanken, haydi kar topu oyna; haydi merdiven kızaklarla kayak yap!…
Gün oldu; birkaç çevre dostu çıktı, feryatlar etti! Çocukluğumuzdaki yağan karı isteriz; suyumuzu, çevremizi temiz isteriz diyerek… Yağan aynı kardı kar olmasına da, o mâsum, o saf, o temiz karın yerinde yeller esiyordu. O bembeyaz karlar yerine inen kar taneleri karaydı… Hem de kömürlerin karasından…
Çevre dostlarının bu konuda sözleriyse ne dinlendi, ne de çabaları gaile alındı. Hatta gösterdikleri bu çabadan dolayı onlar; “Donkişotlar yel değirmenlerine saldırıyorlar” denilerek istihzaya alındı, tehdit edildikleri dâhi görüldü.
Çevre kirliliği, insan sağlığı birileri için o kadar da önemli şeyler değildi! Yeter ki onlar; kaptıkları köşeleri iyi muhafaza etsinler, makam ve mevkilerinden olmasınlardı… Onlar makam ve mevkilerinden olmadılar, tuttukları köşeleri iyi muhafaza ettiler etmesine de; olanlar da ne yazık ki; Elbistan’ın eski bembeyaz karına, insanlarının sağlığına oldu… Kanser vakasına yakalananların sayısı çok hızlı bir şekilde artarken, kanserden ölenlerin sayısı da aynı oranda arttı…
Adına Poyraz derler; poyraz gibi esmez esmemesine de, yıllardır tutunduğu bir dalı, soylu bir mücâdelesi var, Poyraz Poyrazoğlu’nun!.. Su der, hava der, çevre der, kar karalaştı der, durur. Katlimize ferman olan katil bacalardan bahseder yılmadan, usanmadan… Çırpınır, didinir Elbistan’ın çevre değerleri üstüne… Yazar, çizer kim duyar, kim anlarsa!…
Demeçler verir gazetelere, televizyonlara… Demeçlerinde: “Dev irisi katil bacalar soluklarımızı emiyor, soluk deliklerimiz tükeniyor, sularımız çalınıyor, çevremiz kirleniyor, kanser oluyoruz, bir duyan yok mu eyvah!” feveranları duyulur ettiği lafızlarlardan da, onu bir türlü duyan olmaz… Bazen olur, kendi mahallinden çıkar, ulusal basına kadar ulaşır; gazetecilere içini döker: “İlgililere bari siz duyurun sesimizi” diyerek… Onlar da yazarlar, çizerler de; yine de kimsenin gıkı çıkmaz, Elbistan’ın çevre problemlerinden ötürü…
Poyraz’ın poyrazca demeçlerine, çetin mücâdelesine rağmen; termik santralinin bacaları yine de filtresiz çalışır; kara katran zehrini kusmaya devam eder. İnsanlar soluksuz kalır, kanser vakaları artar, sebze meyveler bile bu zakkumdan nasibini alır. Velâkin ne bir ilgili duyar edilen feveranları, ne de bir çâre bulunur. Bölgenin esnafı o kurumun parasıyla ayakta kalıyoruz; çevre insanı oradan ekmek sahibi oluyoruz diyerek duyarsız, umarsız kalırlar. Ekmekler kazanılır kazanılmasına da; ya kendi çocuklarının yarınları!.. İşte bu minvalde bir takım değerler unutulur gider. Ya da insanlarımız; sırf namerde muhtaç olmayalım düşüncesiyle, kendilerinin ve çocuklarının yavaş-yavaş ölmelerini dâhi tercih ederler.
Belki, namerde muhtaç olmama düşüncesiyle, kendi zaviyelerinden haklıdırlar. Ne diyelim; onları böyle bir mecburiyette bırakanlar, o tür düşüncelere iterek duyarsız, umarsız kılanlar utansın!…
-Poyraz Poyraz! Havamız nerede arınır? Nerede barınır o eski Elbistan’ımız? İmdaaat! İmdaaat! Gerçekten ölüyoruz Poyraz! Sesin mi kısıldı Poyraz!.. Hani nerede hançerenin inleyen mağarası? El cevap Poyraz!…
Belki sende usandın; umarsızlığa, duyarsızlığa tahammülün kalmadı. El cevap dediysem de, cevap bile vermeyebilirsin, buna hakkın var. Ne de olsa hiçbir zaman eski Elbistan günlerini yaşayamayacağız, yaşatamayacağız bundan böyle! Cevap vermeme hakkına haiz olarak yine de sorabilir miyim sana! Sence, bir daha yaşar mıyız eskilerde kalan günleri? Haydi, bizden geçtik, çocuklarımız yaşayabilir mi kansersiz, astımsız Elbistan günlerini?
Düşünüyorum da ayazı sertti! Soğuğu köpeklerin kuyruklarını titretecek kadar kaviydi. Ne zaman mı? Bir zamanlar! Yalnız; o kadar saf, o kadar temizdi ki, lapa-lapa yağan o eski karlarımız… Bugün, ne o eski karlardan, ne de eski Elbistan’dan eser var. Yavaş-yavaş ölüyoruz çünkü!… Ölüyoruz yavaş-yavaş değil mi Poyraz!