Kendinizi tanıtır mısınız? Mürüvvet Sarıyıldız kimdir? Hangi eserleriniz yayımlandı?
1978 Kahramanmaraş doğumluyum. Kayıp Aşk adlı romanımdan önce 2009 yılında Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sponsorluğuyla “Şiiri Fetheden Kadınlar” adlı şair kadınları inceleyen bir eserim çıktı. İki Cami Arasında Aşk, Aşk Mahal, Aşk-ı Zemheri (Kayıp Aşk’ın genişletilmiş hali), Antik Kentte Aşk (İslam Felsefesi üzerine yazılan ilk roman), İki Cami Arasında Aşk-2 “Kayıp Kafatası”, Sensizliğe Bir Çivi Çaktım Lamia, Aşk ve Yedi Güzel Adam, Yokluğun Yalnız Bırakmıyor Beni (Şiir)
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Sizi yazarlığa teşvik eden-edenler oldu mu?
Hani derler ya Maraş’ın üç kapısından birinden şair çıkar. Bende bu düşünceyle ilk önce şiir yazarak başladım bu yolculuğa. Elbette ki etrafımda okuyan yazan insanlar vardı. Sanırım bir de Türkçe öğretmeni olmamın da etkisi oldu.
Bir yazarın dikkat etmesi gereken kurallar nelerdir?
Yolun başında biri olarak elbette bu soruya cevap vermem çok zor. Ama bol bol okumak ve Türkçeyi hakkıyla kullanmaya dikkat etmelidir. Bir de işe başlayacaklar için şunu söyleyebilirim özellikle de roman için “anlatma yolundan çok gösterme” yolunu kullanmaları.
Yazı yazmak için duygusal olmak gerekir mi?
Bilgi ne kadar gerekliyse elbette duyguda gereklidir. Bir de herkesin fark edemediği şeyleri fark etmek gerek. Bilgiyle duyguyu harmanlamak gerek. Tek başına duygu da bilgi de işe yaramaz.
Okumanın yazar olunması üzerinde etkisi nedir?
Elbette ki çok faydası var. Bilmediğiniz ufuklara yolculuk yapmak okumakla olur. Sizden önce gelmiş insanların yaptıklarını bilmek onların yaptıklarına kendinizce bir şeyler eklemek için okumak gerek. Ama şu da var ki yazmak okumayı gerektiriyor. Yazdıkça bilginizin eksikliğini görüyorsunuz.
Geriye dönüp baktığınızda şunu da yapsaydım, dediğiniz bir şey var mı?
Şuanda bunları yapmaya çalışıyorum. Hayatımdan keşkeleri çıkarmaya ve gücüm yettiğince yapabileceğim şeyleri yapmaya çalışıyorum. Allah’ın izniyle.
Yazar toplumun aynası olmalı mı?
Ayna olmaktan ziyade okuyan biri kendinden bir şeyler bulmalı.
Toplumda bayan yazar olmak kolay mı? Nasıl tepkiler aldınız? Bayan yazar olarak neler dersiniz bu konu hakkında?
İlk çalışmam olan “Şiiri Fetheden Kadınlar” araştırmasının da asıl kaynağı buydu. Yani yazmanın cinsiyeti yoktur. Nasıl ki ağlamanın gülmenin sevmenin ya da sevilmenin cinsiyeti yoksa bu duygular bütün insanlarda aynıysa yazı sahasında da durum aynıdır. Yani bilgi birikimi olan ve bunu kendi iç dünyasında duygularıyla harmanlayan herkes yazabilir. Çok hoş karşılandım. Güzel tepkiler aldım. Bu da yolun başında olan biri için ileriye dönük umutlar yeşertiyor.
Yazar ile insan arasında nasıl bir ilişki vardır?
Yazar kendi içinde yaşadığı toplumun dünyayla bağlantısı kuran insandır. Neticede yazar da insandır. Toplumun sorunlarıyla bireylerin sorunlarıyla yakından ilgilenen bir insan.
Her yazar bazı zorluklarla karşılaşır siz ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Her yazarın karşılaştığı zorluklarla yazdıklarımın beğenilmemesi, destek görmemesi. Hala da destek gördüğüm kanısında değilim. İstanbul’daki yayın evleriyle çalışmalarımı değerlendirmeye çalışıyorum. Buna bir örnek vereyim. Aşk ve Yedi Güzel Adam’ı ben diziden yıllar önce yazmıştım. O dönemde yolladığım hiçbir yayınevi bu romanı basmaya yanaşmamıştı.
Okuyucularınızdan aldığınız tepkilerden bahseder misiniz?
Benim şu anda piyasada bulunan 8 kitabım var ve her kitaba gelen tepki farklı olmakla birlikte genel olarak söylemek gerekirse okuyucuları sıkmayan, tarihi ve aşkı iç içe geçirmiş romanlar. İki Cami Arasında Aşk kitabı ile çocuklarına Mihrimah ismini koyanlar, Aşk Mahal ile Banu Begüm ya da Cihan ismini koyanlar hatta genç bir okuyucumun Bursa’da kitap fuarında anlattığı anne ve babasının boşanmasını engellediği yönünde güzel dönütler var. Antik Kentte Aşk ile okuyucular, İslam Felsefesini ve Maraş’ı yakından tanıdı. Aşk ve Yedi Güzel Adam da okumanın ve okumanın hayata kattığı renkleri fark ettiler. Sensizliğe Bir Çivi Çaktım Lamia adlı romanda ise Cemil Meriç’in ağır dilinin hafifletilmesiyle okuyucular bu düşünür üzerinde onun kitapları üzerinde tekrar düşünmeye başladılar.
Maraşlı yazar olmanın zorlukları nelerdir?
Maraşlı olmak demeyelim de yazar olmanın zorlukları var elbette. Özellikle de araştırma ve yazma dönemlerinde pek bir yerlere gidemiyor, insanlarla bir arada bulunma süresi sınırlı oluyor. Hani, insanlar şarkıcıları görünce imza almak sarılmak için bazı çılgınlıklar yapıyor ama biz yazarlarda böyle bir durum söz konusu değil. Maraş, şairler ve yazarlar diyarı olarak bilinir ama yazarlara gereken ilginin verildiğini düşünmüyorum.
Kitaplarınızı yazarken etkilendiğiniz olay var mıdır?
Ağırlıklı olarak tarihi romanlar yazdığım için araştırdığım dönemi ve olaylarını daha farklı açılardan yakalama şansım oluyor. Yüzeysel olarak tanıdığımız o insanların gerçekten yaşayan insanlardan farkı olmadığını görüyorsunuz. Yani onlar sizin bir dönem arkadaşınız oluyor. Onlarla birlikte gezip onlarla birlikte uyuyorsunuz. Ve araştırmalarım sırasında denk geldiğim olaylar, aynı zamanda benim de bakış açımı değiştiriyor.
Genç yazarlara tavsiyeleriniz var mıdır?
Okuduklarında kimse beğenmese de yazmaya devam etmelerini tavsiye ederim. En azından insan bir dönem sonra nereden nereye geldiğini fark ediyor. Belki de bu yüzden yıllar sonra ilk yazdıklarını beğenmiyor.
MAĞARA VE MEDENİYET
Ne zamanki milat öncesinden bahsetmek istesek o dönem insanları için mağara insanları deriz. Çünkü onların bizler gibi ev sahibi olduklarını, araç ve gereçler kullandıklarını kabul etmek istemeyiz. Bu kendimizi büyük görmek istediğimizden mi yoksa onları küçümsemeye çalıştığımızdan mı bilinmez.
Oysa mağaralar insanların hayatında pek önem taşımasa da insanlık tarihi açısından ayrı bir yerleri vardır. Mağara, sadece atalarımızın –inanmak istediğimiz- yaşadığı yerler olmakla kalmaz ya da duvarlarına şekiller çizerek bizlere miras bırakmakla kalmaz aynı zamanda medeniyetlerin ışık noktası olmuştur.
Nasıl ışık noktası olmuştur?
Işık, nasıl ki dünyayı aydınlatmanın ve yaşamın en önemli parçasıysa dinde aynı ışık gibidir. İnançsın bir toplum ayakta duramaz. Şu ya da bu şekilde bir şeylere inanmak zorundadır insan.
Mağara deyince hemen benim aklıma iki örnek geliyor.
Biri Ashab-ı Kehf, diğeri Hz. Muhammet’in Ebu Bekir’le saklandığı mağara. Hatta Peygamberimize gelen ilk Vahyin Hıra Dağındaki bir mağara gelmesi.
Ashab-ı Kehf yani Yedi Uyurlar da içinde yaşadıkları toplumun inancına ters düşerek saklanırlar mağaraya. Onlar için mağara en güvenli yerdir. Dönemin hükümdarından kaçmak ve inançlarını korumanın en sağlam kalesidir.
Peygamber efendimizde yine aynı şekilde kendisine baskı yapan ya da baskı yapmaya çalışan insanlar, onların daha ileri gitmesini önlemek için sığınır mağaraya. Ama ondan önce sığındığı mağara ise ona ışık olmak ve bütün ümmeti aydınlatmak içindir.
Mağara bu örneklerden sonra aslında medeniyetsizliğin ya da geri kalmışlığın değil aslında topluma ters düşmenin simgesidir. Topluma ters düşerken de aslında topluma hakikati göstermesinin püf noktasıdır.
Mağara iç kısmı bakımından karanlık görünse de ağzı ışığın doğduğu ya da ışığın içeri girdiği noktadır.
Mağara; bir yanıyla karanlığın (haksızlığın) göstergesi diğer yanıyla ise doğrunun çıkış noktasıdır.
Platon bile görüşünü açıklamak ve insanların kendini anlamadığını göstermek istercesine görüşünü bir mağara örneğiyle açıklar. Hz. Eyüp kurt alan vücudundan dolayı bir mağaraya saklanır. Yusuf’un atıldığı zindan bile bir noktada mağaradır. Karanlığa inat aydınlığın fışkırmasıdır.
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Kısacası; mağara geri kalmışlığın değil aslında toplum için toplumu aydınlatmanın çıkış noktasıdır.
Milat öncesi insanlardan bahsederken mağara insanı demek ne kadar doğru? Hadi biraz düşünelim.
KALEM DEYİP GEÇME
Önce semboller vardı. Atalarımız sembollerle konuşuyorlardı. Nasıl mı?
Bir kuş, bir fare, bir kurbağa ve beş tane ok.
Bu varlıklar, yüzlerce kelimenin söyleyebileceklerini anlatmak için kullanılırdı önceleri yazımızın ve kalemimizin olmadığı zamanlarda. İskitler, komşuları Perslere diyorlardı ki: Bir kuş gibi uçmayı, bir fare gibi toprağın altında saklanmayı, bir kurbağa gibi bataklıkta sıçramayı bilmiyorsanız, bizimle savaşmaya sakın ola kalkışmayın. Topraklarımıza ayak bastığınız anda, oklarımızın şiddeti sizleri yok edecektir.” diyerek düşmanlarına kudretlerini, güçlerini anlatan sembolleri yolluyorlardı.
Konuya bir soruyla başlayalım? Kalem ne zaman icat edildi? Dikkat edin yazıyı sormuyorum. Yazıyı kim buldu desem, hemen hepimiz Sümerler diye bağırırsınız. Ama ben kalemi soruyorum.
Kalemin ne zaman icat edildiğini anlamak isteyenler işaret parmaklarına baksınlar. Çünkü ilk kalem, atalarımızın yumuşak bir şeyin üzerine işaret parmaklarını kullanarak şekiller oluşturmasıyla başladı. Hâlâ bizlerde kalem bulamadığımızda ya da yazacak bir şeyimiz yoksa hele de deniz kenarındaysak hemen kumların üstüne yazarız. Bu yazıların kalıcı olmadığını da görürüz. Atalarımzda parmakla yazdıklarının kalıcı olmadığını görünce sert cisimlere yöneldiler. En başta çivi yazısını kullandılar. Sonra daha nazik olan ve kolay yazılmaya elverili olan kamış fırçalar, şimşir veya metal levhalar, fildişi kalemler, kuş tüyleri kullandılar. Bununla da yetinmediler ve yakın zamanlarda mürekkepli kalem, kurşun kalem, tükenmez kalem kullanılmaya başladılar.
Ama benim üzerinde duracağım kalemin bu tarihi serüveni değil. Başka bir serüveninden bahsedeceğim.
Yazı ölüme karşı atılan bir çığlıktı. Kalem, bu çığlığın şahidi.
Yazı, geleceğe kalmanın bir yoluydu. Kalem bekçisi.
Yazı bâkî kalmak ise kalem bir hoş sedâydı.
Yazı, cinnet anıysa kalem ilaçtı.
Biz geçelim serüvenimize.
Kuran’ı Kerim’de bir ayette “Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz mürekkep olsa yedi deniz daha katılsa yine Allah’ın kelimeleri bitmez.”(Lokman/27) deniliyordu.
Ya da yine Kuran’ı Kerim’de geçen Kalem suresi vardır. “Nûn ve’l-Kalem.”
Bir de Levh-i Mahfuz vardır. Olacak olan olayları yazacak olan kalem. “Allah, her şeyden önce Levh ile kalem’i yarattı.” denir. Ve Allah, kaleme yazmasını emretti.
Levh: Allah’ın bilgisi, kalem; iradesi.
Böylece yazmak insanın var olmasından önce varlık bulmuştu. Yani yazma eylemi bize daha doğarken veriliyordu.
İslamiyet’te kalem bir lûtuf sayılmıştır. Hatta hattatlar, kalemi açtıklarında kalemden çıkan yongaları her hangi bir yere atmaktan çekinir, hatta utanır, götürür büyük bir saygıyla toprağa gömerlermiş. Ya da bu yongaları bir ömür biriktirir öldüklerinde vasiyet olarak sularını bu yongalarla ısıtılmasını isterlermiş.
Kalemle ilgili atasözlerimiz bile vardır.
Kalem böyle çalınmış: Kader böyle yazılmış.
Kalemini kırmak: İlk çıktığı zamanlarda bu söz, birini dışlamak, her hangi bir münasebet kurmamak iken anlamı zamanla ölmesine karar almak gibi bir anlam kazanmaya başlamış.
Satılık kalem: Kendini aklamak isteyen insanların bazı yazarlara yalan yanlış yazdırmasından ortaya çıkan bir deyim.
Son zamanlarda ise kiralık kalem deyimi çıktı piyasaya.
Kiralık kalem: Her hangi bir kurumun her an hazır bulundurduğu yedek yazarlar için kullanıldı.
Umarım bu yazıyı okuyanlar, yazmak işinin ne kadar ciddi bir eylem olduğunu bir kez daha anlar.